sanat ve yapay zekâ ilişkisi üzerine önsel düşünceler
SANAT, BİLGELİK, İNSAN ve YAPAY ZEKÂ ÜZERİNE ÖNSEL DÜŞÜNCELER
GELECEK ÜTOPYASINDA SANATIN YERİ
Hürriyet Gösteri dergisi, Ocak-Şubat-Mart, 2021, 333. sayısı’nda yayınlandı.
Hayri K. Yetik
Gelecekte teknolojik bir cennet olduğunu savunan ütopyacılar ile teknolojinin kollarında distopyalara sürüklendiğimizi, türümüzün, hatta dünyamızın sonunun gelebileceğini savunanların tartışmaları felsefeye, dine, insana ve sanata ilişkin soruları da beraberinde getiriyor. Fütürist ütopyacılara bakılırsa sanat da kapitalizmle birlikte mükkemelleşecek(endüstri 4.0), sanat alıcısısı da. Bu önermenin saklı tasımı mevcud insanın eliminesi, üst-insanın, öjeninin(sağlıklı cenin) yaratılmasıdır.
Bizce dikkat edilmesi gereken konuya ilişkin uslamlamalarda akibeti sözkonusu edilenin herhangi bir tür olarak ‘homo’ ya da ‘onun bir türevi’ akıl mantık fanatiği pozitivist ‘human’ olmadığıdır. Diğer hayvanlardan farkı ve ayırtedici niteliği refleksif düşünebilmesi ve bunun en somut ifadesi sanat, dolayısıyla kendisi için kültür dediğimiz ikinci bir doğa yaratmış ‘insan türevi’dir.
İklim değişikliğine ve soyu tükenen canlılara ilişkin distopyaların haberini bir ileri-gözetleyici gibi çok önceden duyurmuş olan bilimkurgu romanları ve filmleri, genel olarak sanat, şimdi insan soyunun sonuna ilişkin uyarıda bulunuyor. Gelecekteki insansız dünya tablosunda ikinci doğasının da berisinde insana içkin bir değer olan sanatın kendisine de pay düşüyor.
Sanatsız insan insansız doğaya doğru seyreden bu macerayı iyimserlikle gözeten fütüristlerin gerekçelerine gelince birincisi, insana fazla değer atfedilmemeli. İnsan doğada homo gibi herhangi bir varlıktır. Yüzbin yıl önce bir primattı, evrim sonucu ortaya çıktı, aklı ve mantığıyla kendine ikinci bir doğa yarattı, bunun sonucu da değişip başka bir varlığa dönüşmesi olağandır. İkincisi, bu son kaçınılmaz.
İnsan olmayabilir yargısı gibi doğaya anlam atfeden insan/özne olmaksızın doğanın bir anlamı var mı sorusu da yanıtı da bizce, boşsöz kanıtı gibi görünse bile bu noktada başlayan tartışma ve muhakeme, varlığın anlamına ilişkin sorunun yanıtlanması ve varlıkla insan ilişkisinin güncellenmesinin ötesinde insan sonrasının anlamlandırılmasına varacaktır ister istemez.
Amiyane tabirle felsefe yapmak olsa da soru, doğa ile insan ayrılığı varsayımı üzerinden kurgulanmış olduğu için birinci yanıt insansız doğayı bilemeyiz olmalıdır. İkicisi, verilen yanıt ne olursa olsun insana göre olacaktır. Özcesi pozitif ayrımcılık veya değil insanı ölçüt almak zorundayız; çünkü, Faurbache’ın dediği gibi akıl insan aklıdır ve antropoloji evrensel bir bilimdir, eni konu bilgi insan bilgisidir.
Yine de soruyu sınama olarak tersine çevirelim: Doğasız insanın ve doğasız dünyanın anlamı ne olabilir? Onun da öncesinde şunu yanıtlamaya çalışalım: ‘İnsansız doğa’ ‘doğasız insan’la kastımız ne? Doğa dediğimiz insan ürünü her şeyin dışında, kendilik olarak herşeyden soyutlanmayı kastediyorsak bu mümkün mü?
Tartışmakta olduğumuz sorun açısından ilk aklımıza gelen fütüristler, transhumanistler ve Cyborg Manifestocuları’nın cyborg ve tekillik makineleri ve koşulları -en uç örnek bunlar olabilir- doğadan ne kadar soyutlanmış olabilirler? Doğada ama doğadan bağımsız nasıl olabilir insan, hayal edilmesi bile nerdeyse imkansız.
İnsanı gezegen dışındaki bir yere oturttuk diyelim, o uzamın adı şu veya bu, o da bir doğa sayılmaz mı? Habitatımız bu doğadan farklı olması işlevini de değiştirir mi? Katı, sıvı ve gaz maddelerden veya dördüncü halden başka bir uzam olabilir mi? Sözgelimi -olduğu söylenen on bir boyut- sekizinci boyutla nasıl algılanabilir?
Gerçek veya hayali sözkonusu dünya/doğa hayali olmaktan öte mevcud insanın bedeninin başkalaşımıyla mümkün. İnsan doğasının böylesi değişiminin ve değişik uzamın bir işlevi olan bilinç için anlamı ile bugünkü insanın beklentisi aynı şey olabilir mi, sözkonusu uzam değiştirilmiş bilince hitap etse bile bugünün bilinci için bir hüsran olmaması olasılığı nedir? Devamında şu soru gelebilir: Bilinçsiz bedenin bir anlamı olmadığı gibi bedensiz bilincin de anlamı olamazsa, bilinçsiz bedenden bedensiz bilincin farkı ne olabilir?
İnsanın kavrayışına göre bu hayal olabilir. Eğer hayal’se, bu uzam veya hayal gibi bir şeyse, bu demektir ki bu doğa içinde bu beden buna olanak veriyor. Öyleyse bu bedeni ve hayal potansiyelini arttırmak, bunu yaparken de hem insan türünün doğallığını hem de canlı maddenin korunmasını, doğallığıyla sürdürülmesinin koşullarını yaratmak daha doğru, daha iyi, daha yerinde olmaz mı?
Bu soruyu olumsuz yanıtlamanın mantığını saptamak üzere felsefe tarihine şöyle bir göz atacak olursak Platon’a kadar uzanmamız gerekebilir. Ama “sanat yaşamı taklit ettiğinden insanlar, düşünce olmadan sadece hareketin olduğu sayısız otomat yaratabildiklerinden, doğanın da sanatın ortaya çıkardığı kabalıkları aşarak kendi otomatlarını ürettiğini düşünmek mantıklıdır”[1] demiş Descartes’le başlayan felsefi perspektifinden başlanmalı: İnsana bakıp ‘makine’ görenlerin farketmedikleri şey, onların yaratıcı edimlerine de olanak verenin beden ve bilincin ortak paydası fiziksel veya nörobiyolojik olandan fazlası, bütünlüğünün yani bağıntılılığının olanaklı kıldığı bir tözü, bir başka deyişle entelekheia’sıdır.
Aristoteles’ten aktardığımız entelekheia terimi maddenin her organik biçimlenmesi için sözkonusudur. Duruma göre insanda kendine özgü olarak daha bir işlevsel olduğu söylenebilir. Marlo Ponty’nin ‘doğa insan bedeni akrabalığı’ veya Bair Callicot’un ‘içsel değer’[2] yerine doğa-insan bedeni diyalektiğini entelekheiayla kavramsallaştırarak nirengi noktası tutabiliriz. Ponty’nin “duyumsanır olan ona ödünç verdiğim şeyi geri veriyor”[3] dediği bir gidimli gelimli kanaldır ve algılanan şey orda da burda da öncesiz olarak kimseye ait değil. Hem Sartre’ın hem de Marleau-Ponty’nin betimlemeye çalıştıkları üzere bakışımlı olarak nesne ile algılayanın içiçe geçmesidir. Ama bu algının lokal, algılananın soyut bir imge olmasından daha fazlasıdır. İnsan özellikle arzuya ilişkinse algı yalnız beyniyle değil bütün bedeninde duyumsanır.
Doğanın verdiklerinden, bir başka deyişle entelekheiamızla türettiğimiz ikinci doğamız olan kültürün doğaya ihanet veya nankörlük denebilecek bir mecraya kaydırılması, doğaya dayatılması, buna göre bir doğa inşası mümkün olmadığı gibi ekolojik de olsa anti demokratiktir. ‘Obje petit a’ veya simgesel evren/simgesel düzen tasavvurları üzere söylersek insanın hapishanesi, hapitusun zihinsel zemini oluşu gözönüne alınınca da kültürün bu boyutu açığa çıkar. Marx’ın insanı(bizce beşer) emek eksenli tarihsel ürün, Lévi Strauss’un kültürü uçup gidecek toz görüşleri bağlamında da uzun erimde önemsizliği, doğanınsa önsüz sonsuz oluşu karşımıza çıkar.
Bu bağlamda peygamberliğini Ray Kurzweil’in yüklendiği Cyborg Manifestocu’larının Batı metafiziğinin doğayı vahşi olarak görmesinin uzantısı doğaya bağımlı mutlu ve özgür yaşamın imkansızlığı dolayısıyla doğanın ve insan doğasının kısıtlılığı gerekçeleri, hem insan bedenini hem doğayı dönüştürme seçimleri mistifikasyon değilse, söylem düzeninin gücünü gözden kaçırmaktan kaynaklanıyor olmalı.
Aslında Foucault’dan öncesinde farkındaydı ilgili düşünürler -sözgelimi Rousseau veya Lévi Strausse- fakat onunla bilince çıkmış oldu ki egemenlik bir biopolitika marifetidir. Nekropolitika olan savaş, fetih ve işgalin, dolayısıyla katliamın yerine XVII. yüzyıldan beri bedenin yönetimselliği ilke edinilmiştir. Yani bedenlerin güce tabii kılınması, bu bağlamda yaşamın yeniden üretimi. Yaşamı ve biyolojiyi denetleyip biçimlendirirken işlevini yaşatmak olarak gösterir iktidar. Denetime gelince bugün teknoloji sayesinde Agamben’in deyimiyle kuşatılma bir istisna hâli olmaktan çıkmış kural hâline gelmiştir.
Hukukun da kuralsızlığın kuralı olduğu bu mecrada insan bedenini kusurlu, eski moda bir taşıt derekesine indirgeyen, böylece insanı hayvandan da aşağıya yerleştirenler aslında birer biopolitik srateji uygulamaktadırlar. Bu çukurdan çıkarmak vaadlerine gelince, inandırıcı olabilmek ve insancı görünmek için kuramlarına transhumanizm demeleri zevahiri kurtarmaktan ileri gidemez.
Oysa öyle görünüyor ki bu yolla, insan paradigmasının kaybı şöyle dursun insan dediğimiz varlık kalmayacak ortada. Öylece bunun, yani insanın harcanmasının ne adına yapıldığı sorusunun yanıtı da inandırıcı olması da olanaklı görünmüyor. Eğer bu yanıt tüketimci kapitalizmin ve neoliberalizmin yaşamasını gözetmiyorsa ya da kaderci/fatalist bir umutsuzluğa dayanmıyorsa.
Sözcülüğünü Rossi Braidotti’nin üstlendiği ‘post-human/insan sonrası’ tasavvuruna gelince tezleri, göstergebilimsel açıdan sorunlu görünmektedir.[4] Bizim, beşer(homo+ human+insan) terimleriyle aşmaya çalıştığımız ‘insan sonrası’ içerik olarak önermelerinde Deleuze-Guattari’nin ‘canlı maddecilik’lerini arkasına alarak tam da transhumanistlerin karşısındaki bir mevziye konuşlanmış görünüyor. Deleuze ve Guattari’nin ‘hayvan oluş, yeryüzü oluş’ kavramlarını, insana(özellikle erkek insana) ayrıcalığın aşıldığı demokratik posthümanist olarak adlandırır. Bu mecrada cinsiyetciliğin aşılması olanağı olarak da açıklanan Cyborg Manifestosu’yla öne çıkan Haraway’se kendisinin posthümanist değil, geridönüşüm anlamında kompostist olduğunu söyler. Bu da insanı değilse de insan paradigmasının belirsizliğini gösterir veya paradigmayı kaybettiğimizi.
Edgar Morin’in adına insan paradigmasının kaybı dediği, aslında insanın insanlaşması anlamında refleksif düşünmeye başlaması olarak arayışı/aranışı, şimdi gereklilik kazanmış bulunuyor. Bu bağlamda muhafazakârlık ve söylem düzeninin bir mevzisi olarak değerlendirilen ahlâk, artık gelecek simülasyonları distopyalar dolayısıyla bir can simidi gibi görünüyor. Çünkü Androposen’den çıkış isteniyorsa bu, teknotoplum koşullarında da insanî değerlerin korunmasını, giderek canlı maddeciliğin de ötesinde tüm doğayı, hatta kelebek etkisi dolayısıyla evrenimizi de kapsayan bir koruma kültürü ve ahlâkını gerektirir.
Dahası bu son üç kavramın, aynı zamanda dille veya dil olarak insanı egemenlik altına almak üzere disiplinize edilmesini ve denetlemesini, kullanılmışlıklarını gözardı etmeden yeni zamanların etiğini demokratikleştirmek bir zorunluluk gibi görünüyor.
Başta Haraway olmak üzere Kurzweil de diğer posthumanist ve insan-sonracılar öncelikle feminist değerlerin bu sürece kazandırılmasını, insanın ve kültürünün robotların denetimine geçmeden bilge insan, Agamben’in tericihi terimle söylersek poiesis tipolojisine (sanat algı ve tasavvuru gelişkin) uygun bir insan kültürü yaratılmasını şiddetle önermektedirler. Şimdiden siborg oluşunu gururla beyan eden Haraway’in etik önermesi kadar önemlisi transhumanizmin bir anlatıya gereksinimi olduğu vurgusunu da buna bağlayabiliriz.
Bu da dilin ve sanatın önemini gösterir. Çünkü human’ın/insan’ın varoluşu öncelikle dile bağlıdır. Ateşi kontrollü kullanımı, barınak yapması veya alet yapması bunun öncesine homo’nun evrimine aittir bizce. İnsanın homosapiens’ten veya neandertal’den kopuşu yüzelli ile ikiyüz bin yıl arasındaki bir zamanda dilin oluşumu ve anlatı üretimine elverişli hâle gelmesiyle olanak bulmuştur. Bunu mağara duvarlarına çizimlerin izlemiş olması mantıklı görünmektedir. Çünkü human bilim/teknoloji ve din, insansa bizce dil ve sanattır.
Denilebilir ki beşerin tarihi human ile insan’ın savaşımıyla süregelmiştir. Bu macerada human hem doğaya hem insan doğasına hükmetmeyi, insan’sa doğayla birlik olmayı ve doğasını savunmayı yüklenmiştir. Şimdi nanoteknolojilerin kapısında humanın zaferi, insanın ve insanla birlikte habitatının da yok olmasına varmış bulunuyor.
Bunun ilk göstergesi 1944 yılında holosenden çıkıp antroposen çağına girişimiz, tüketim toplumu, endüstriyel kapitalist sistem, gen mühendisliği, medya, nano düzeyde bilgi işlem teknolojileri sonucu olarak nekro-politik iktidar stratejilerinin akışkan gözetim ve kayıtsızlaştırma pratiklerinin hızlanmış, önlenemez bir mecraya yönelmiş olmasıdır. Diğer yüzü yazının ve matbaanın icadı ardından, yine görünüşe bakılırsa ikinci sözlü kültür çağına, teknotoplumla girişimizdir.
İnsan paradigmasının kaybı, Deborah Bird Rose’un deyimiyle insanın şiddetli yağmur sonrası kokular silindiği için evinin yolunu bulamayan köpeklere dönüşmesi gibi bir şeydir. Yazının bir iktidar aracı oluşunu ayrı tutarsak basılı kağıdın itibar kaybetmesi bunun bir göstergesidir ama dikkat edildiğinde görüleceği üzere özünde insanın sanata ilgisizlleştirilmesi, onun koşutunda tüketim zevkinin sanat zevkinin yerine konması. Ondan önemlisi diğer hayvanlardan farklılığının nedenlerinden biri ve bir mucize olan konuşma yetisinin erozyona uğratılması. Bu, yazı öncesindeki sözlü kültüre dönüş değil. Bunun da nedeni fiziki olarak gözlemlenebilen android/5G telefonlardan öte görsel dilin fonetik yazının yerini almaya başlamış olması. Açıkçası yeni bir hiyeroglife doğru emojilerin her geçen gün yayılması. Daha da önemlisi konuşmanın/söyleşinin iletişime, yani matematik diline indirgenmekte oluşu.
Şimdi birbirinin koşutunda gelişen human ile insan’ın karşı karşıya geldiği bir süreçte bulunuyoruz. Beşerin aslında içiçe geçmiş bu iki ana karakterinden human metaforik deyişle atı alıp Üsküdar’ı geçmiş gibi görünüyor. İnsanın ona yetişmesi, önünü kesmesinin olanağı gibi sanat veya nasıl bir sanat da öylece bu açıdan bir soru.
Bu, yazının icadından da önemli bir gelişmedir, hatta denebilir ki dilin icadı, homo’nun iki ayak üzerine kalkması veya alet yapması denli büyük bir devrimdir. Dolayısıyla sanatın/poetikanın da buna karşı bu ölçekte bir tasavvurunun olması gerekir. Ama, insanın cyborga dönüştüğü, beyin simülasyonları, zihin/bilinç yaratımının ötesinde Kurzweil’in ‘Tekillik’ çağında sanat, ondan bağımsız veya özerk alan bulabilir mi?
Teknolojik gelişmeleri bir distopya olarak düşünenlere bakılırsa, Bataille vb de paylaştığı Nietzsche’nin insanın bedenden ibaret, ruhun bedenden birşey olduğu önermelerinin karşıtı, Descardes’ın, Mattrie’nin ruhu/bilinci aşkınlaştıran “insan bir makine” önermelerinin bir sürümü Tekillik’le birlikte başlayan insan-makine/cyborg son erimde yazılıma dönüşebilir. Son sürüm GTP 3 YZ bu menzile doğru bir ivmelenme göstergesi. YZ’nın görsel düşünmesine ilişkin bir devrimin ilk adımı bir yazılım. İnsan dilini kusursuz biçimde taklit edebiliyor. Tasarım yapabiliyor, aforizmalar, hatta roman ve şiir yazabiliyor, herhangi bir yazarı ona ait metinden tanıyabiliyor, o yazarı kusursuz biçimde taklit edebiliyor.[5]
İnternette dolaşan bilgiler de dahil Wikipedia’nın yaklaşık üç milyar tokens hafızasını ve dünyadaki djitize edilmiş kitapların tamamını okumuş biliyor. Şu an hafızasındaki bilgi 410 milyar tokens. GPT 3, yüz yetmiş beş milyar hiperparametreye (makine öğrenmesi algoritmaları) sahip.
Beynimizdeki düşünme nöronları sayısının yüz trilyon hyper parameters olduğuna bakılırsa GPT 3’ün insan zihninin kapasitesine sahip olması olanaksız gibi gelebilir ama, bugünkü kapasitesi bu ve teknolojinin hızla geliştiğine, böyle bir YZ maliyetinin 4.6 milyon dolar olduğuna bakılarak yakın bir gelecekte bu maliyetin çok düşeceği ve insan zihninin de üstüne çıkabileceği düşünülebilir. Eknolojinin insan türünün hatta dünyanın sonunu getirebileceğinden kaygılananlar için bir diğer kötü haber bu YZ’ya sosyal medyadaki iletişim sözceleri djitize edilip yüklenince dilinin ırkçı ve cinsiyetçi olmaya başlaması. Yani Google’ın Sofi’si gibi dünyanın Mars’a dönüşmesini umursamayabilir, insan türünü dünyadan aşağıya atmaya kalkışabilir.
Dünyadışı uygarlıkların saldırısına karşı koyabilmek veya uygarlığımızı ve insanı başka yıldızlara taşıyabilmek adına dünyayı ve insanı yok etme riski taşıyan, denetimin robotlara geçmesi olarak da dile getirilen GPT 3 vb deney ve icatları bilinçli yapay bedenler ya da ölümsüzlük gerekçesiyle göze almaya değer gören Ray Kurzweil’in vb fütüristlerin öngörüsü doğru çıkarsa 2055’te dünyadaki tüm insanların işlem gücüne sahip bilgisayarlar yapılabilecek. Makineler insanları aşacak, kendilerinden de zeki bilgisayarlar/makinelerle ya özdeşleşecekler ya da bilgisayarlarca evrenden silinecekler.
Tabir-i caizse artık düşünme yetileri ve anlıkları hadım edilmiş, tüketimden başka bir şeyle varoluşunu duyumsayamaz olmuş human, tam da işlerinin makine gibi işlemesini isteyen devletleşmiş şirketlerin kastı ve amacı arasında biorobota doğru seyrediyor şimdilik.
Go ve satranç oyunlarında daha şimdiden insan zekasını alteden YZ adı üstünde bilgi-sayar’dır. Dili matematiğin dilidir, verilerin dilidir. Görünmeyeni, bilinmeyeni kavramaksa içgüdünün ötesinde uslamlamaya, sezgiye, öngörüye, kestirime, bunlar da hissedebilmeye/duyarlılığa bağlıdır. O da hayalgücüne. Bunun ifadesine biz ‘mecazbükücü yeti’ diyoruz. Bizce bir tekillik yapısındadır. Tıpkı uzay-zaman bükülmelerinin ve kütle çekim alanının sonsuz olduğu, matematiğin yetmediği karadelik merkezleri gibi. Ancak kuantum fiziğiyle anlaşılabilecek sıfır büyüklüğünde bir sonsuzluk. Karanlık ve zamanın olmadığı bir alan. Dolayısıyla karadeliklerin kalbine gidilemediği gibi buraya da ulaşılamaz ve insan yetisinde bir YZ olanaksızdır.
Bu bağlamda mecazbükümü de görsel keşif yetisi demektir. Gücü, yaratıcı düşünmeye bağlıdır ve uzak, görünmez veya nörofizyolojinin ötesinde bilişsel varlıkları tasarımlamayı sağlar. Bir ilişkilendirme ustasıdır, birbiriyle nerdeyse hiç ilgisi olmayan imge, nesne, olgu vb altkümeleri bir araya getirerek yeni kombinasyonlar, konfigürasyonlar, konseptler yaratır.
Öyleyse YZ karşısında türümüzün bu üstünlüğünü ve varoluşunu sürdüreceğine ilişkin umutvar olabiliriz. Böyle bir yetiye sahip olamayacağı için YZ, çevre, insan ve hayvan eşduyumu gibi yalnızlık da hissedemez. Verileri unutmama üstünlüğüne karşın bilinç ve özfarkındalığa sahip olamayacaktır. Bilgiyi işleme yetisi, mecazbükücü, bir anlamda ‘logos spermatikos’ yeteneğine, yani zihni dölleyici söz dogurtucu söz becerisine ulaşamayacak. Bu alandaki boşluğunu telafi edemeyecek, sözgelimi mizah nedir bilemeyecek, müzik hazzını, vicdanı, iyiliği, sanatı, aşkı, güzelliği de. Âşık olamayacak, ağlayamayacak, ama en önemlisi kızışmış hayvanlar kadar bile arzusu(libido) olmayacaktır. Orgazma gelince seks olarak zaten insana özgüdür.
Organizmalardan esinlenilerek yapılan makineler gibi yapay zihin/zekâ için de insan beyni örnek alınır ama galaksiler arası ilişkiler kadar karmaşık olan zihnin derinlerindeki bu alanlara girilemez. Ancak YZ konusundaki kaygımız insanın tıpkısının yapılabilecek olması değil, nanoteknolojiler marifetiyle tüketimci kapitalizmi kurtarmak için bu tür yeteneklerinden başlayarak türün elimine edilmesidir. Bill Gates, Ray Kurzweil, Max Moore vb fütüristler, amaçlarının yeni bir tür yaratmak olmadığını, insan biyolojisinin aşılması olduğunu söyleseler de bildik makineleşme tutkusu ile insanın tüketim tutkusu ve artık yarattığı algoritmaların yönettiği kapitalizm elele bu eliminasyonu başlatmış bulunuyor.
Covit-19 pandemisinden ve nanoteknolojilerden çok önce politikayı biyoiktidara tercüme edip sistemin/söylem tertibatının insanı ve yaşantısını denetleyip düzenleyerek bir fabrika ürününe dönüştürdüğünü savlayan Foucault’yla aynı yerden bakıp bugünkü kaygımızın olasılığına ilişkin makine metaforu üzerinden tasımda bulunan insanı bir makineye makineyi de biyolojik olmayan makineye benzeten Deleuze ve Guattari’nin analojilerine göre söylersek: Hayvanlar gibi kodlarının dışına çıkamayan ve işletim sisteminden ibaret olan teknik makinelerin tersine, toplumsal makineler(socius) arzu akımlarını kodlamak, kaydetmek ve akışını durduracak biçimde insanı kendi işleyişlerine dahil ederler. Şu farkla ki: Kapitalizm öncesi toplumsal makineler arzu akımlarını kodlardı. Sociusun işi arzuyu kodlamaktır. Arzu da bu bağlamda harekete geçirici arzuyu üretir, bu da ‘sürekli maddi akış’, ‘sonsuz akım’ ve ‘üretimin evrensel sürekliliğini’ sağlar. Arzusu dolayısıyla insan, sociusun denetleyemeyeceği, düzenleyemeyeceği, durağan olmayan, özgür işleyişe sahip bir işleyiş, böylece bir makinedir.[6]
Yani insan olarak sözkonusu üstünlüğümüz içimizi rahatlatabilir ama arzu, socius’la, yani endüstriyel kapitalizmin algoritmalarıyla uyumlu çalışacağı için onların egemenliğine payanda edilecektir. Egosunu kullanan, en önemli besin kaynağı günümüzüm ben-odaklı postmodern bireylerin doyumsuzluğu olduğu için tüketimci kapitalizmin paradigmalarına bağımlı kılınacaktır beşer. Doğal kaynakların tüketilmesi de insanın teknolojileşmesi de bu nedenle dizginlenemez görünmekte.
İklim değişikliği ve nüfusu azaltmak için laboratuarda üretildiği komplo senaryolarını dışarda tutarak söylemiş olalım Covit-19 pandemisi ve genel anlamda tekno tehdidin bir hallüsinasyon olmadığı, sözkonusu virüsün sınır da sınıf da tanımadığı, dahası bunun buzdağının görünen kısmı, buzu eriten algoritma heyulası olduğu ortada. Dolayısıyla geleceğin totaliter toplumları algoritma diktatörlüğü altında olası görünüyor. Algoritmalar bir yandan endüstri 4.0’ın yönetişimini dayatırken bir yandan verileri toplayarak kendi matematiğine göre biçimlendirmekte, tekno-bilimsel programlama sonucunda kültürsüz insan, insansız kültür uzamına doğru bedenleri ve zihinleri denetleyip yönlendirmektedir.[7]
Günümüz düşünürlerinin çoğunlukla görüş birliği içinde olduğu üzre tüketimci kapitalizm geldiğimiz noktada, özellikle Covit-19 dolayısıyla geleceğini immünolojik politikalara bağlamıştır. Bu uğurda dijital diktatörlüğe, Gabriel Markus’un terimiyle virütokrasiye sürüklenmekteyiz. Daha kötüsü nano teknolojilerin insana ve doğaya savaş açması. Covit-19’dan daha bilinçli ve kötü niyetli nano plaktonların insanlığımıza savaş açması hâlinde dünyanın Mars’a dönüşme olasılığı. Rekobinan teknolojisi, klonlama, replikalar, indigo bebekler, cyborglar, mutantlar, ruhani robotlar vb kaçınılmaz görenler ya da tercih edenler olabilir. Bizce Dr. Frankenstein gibi bir karşı-devrim olarak dijital diktatörlük gerçekleşebilir dünyada ve insanın iradesi olageldiği gibi yönlendirilebilir, belirlenebilir. Bir başka vechesi bunun popüler deyimle insanın robotlaşmasıdır. Sonu da human evrimi cyborg derken Kurzwiel’in İnsan 2.0’ı.
Panzehiriyse bizim poetika başlığı altında topladığımız, etki sözedimi gibi görünen mecazbükücü yetiye dayanan sanat ve bilgelik gibi görünmekte. Bu bilgeliğin bizce en önemli sembol adı rinddir; yüzyılların mistik memlerinden kurtararak güncellemek koşuluyla onu da stoacılarda, sofitiklerde, Baba Tahir-i Uryan’da, Yunus’ta, Mevlana’da, Tebrizî de vb bulabiliriz. Robotlaşmaktansa rindi tercih etme nedeni bizce şu ki ‘poiesis’ olmayı, yani müzik zevkini, sanatsal heyecanı, hüznü, ağlamayı, esrimeyi, çılgınca eğlenmeyi, bir şey yaratmanın mutluluğunu, hayal kurmayı, aşık olmayı, gözyaşları dökecek denli sevinmeyi terketmek istemez insan. Beşeri, homodan ve humandan ayırıp insan yapan duyarlılığı korumak ister.
Bu olasılıklar insansız dünyanın anlamsızlığını veya insanın türsel varlığını sürdürmesi gerektiğini, hatta diğer canlıların yaşam hakkını da gözeterek ama, insandan yana bir pozitif ayrımcılığın kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Teknolojiye bağlı eskatolojik varsayımlar kader değildir. Yaşamı sanata dönüştürecek ve yaşamı bir sanat gibi yaşayacak insan da olanaklı bugün. Bu insanın evrilegelmiş doğasıdır zaten. Çözüm olası biopolikalar değil, insanı, insan eden emeğini itibarsızlaştırıp prekaryaya dönüştüren bu düşkünlükten çıkıştadır. Son yirmi beş yılda gerçekleşen bilgisayar devrimi boyutlarında, yani teknotoplum ve tüketim ekonomisi algoritmaların değiştirilmesini gerektiren büyük bir devrim olabilir bu. Adaletli ve evrensel bir ekonomi politika ve de yaşam hakkına saygılı bir nüfus politikasıyla, yani insanın, human kılınışını/olması isteneni ret edip kendini bulacağı bir devrimle.
Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin doğuşundan bu yana, yabancılaşma güzergâhında biçimlenmiş birinci doğası durumuna gelmiş insan kurgusunu tersyüz edip kendine gelmesine, kendini bulmasına olanak sağlayacak bu devrim, anlık’ın(imgeleme, anlama, anlamlandırma yetisi, havsala) mecaz bükücü katmanının bilgelikle(epoché, stagewise) meczedilmiş hâli,[8] Dutton’un “doğrudan, temel haz ve hayalgücü deneyimi, sanat içgüdüsü”[9] dediği diğer hayvanlardan en görünür farklılığı kendisine bir başka evren, bir başka gerçeklik açan poiesis[10] yetisine bağlıdır.[11] Bu da Aristo’nun tekhne’si gibi gösteriş, eğitim ve retorik aracı değil, insanın kendi için ve kendine çalışmasının formu olarak öncesindeki gibi doğayla insanın birliği bilincini içselleştirmiş rind kültürüne.
Özcesi YZ’yi insan yerine ikame etmeye gerek yok. Ereksel beklentilerden ve soyut varlık anlamlandırmalarından, özgecilikle bencillikten, öte beri yargılarından arınmış, paylaşımcı, dayanışmacı duyarlılıklara sahip bilgelik ile sanat güdüsü, yani epochépoetika potası teknolojinin ölümsüzlük arzusu ve bencillikle ucubeye dönüştürdüğü humanı olduğu şeye, yani insan olarak kendine getirebilir. Bu insanın metafizik kapatılmışlığından ve modern toplumda gerçekleşmeyen görevler olarak sürgün edildiği salt çalışmadan özgürleşeceği bir dünyada hem de doğallığını değiştirmeden olasıdır. Tekilliği, üst-insanı, öjeniyi olanaklı kılan bilim bunu da yapabilir.
[1] Henry More’a Mektup, 05.02.1649, Oeuvres de Descartes. [2] Aktaran Ted Toadviene, Arzunun Önceliği ve Ekolojik Sonuçları, çev. Elif Çağatay, YKY., Cogito, İstanbul, 2019, sayı 93, s.113. [3] Maurice Merleau-Ponty, Algının Fenomenolojisi, çev. Emine Sarıkartal, Eylem Hacımuratoğlu, İthaki Y., İstanbul, 2017. [4] Bkz. İnsan Sonrası, Kolektif Y. [5] YZ’nın roman ve şiir yazmasını zaten okur kaybedip duran şiir kitapları yanı sıra, Jeff Gomez’in Print is Dead(Kağıt Öldü) kelimelerin değil kağıdın kelimelerin aracı olduğuna dikkat çeken kitabı, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451 dikkat çektiği basılı kağıdın imhasını konu edindiği romanı, Philip Roth, The Daily Beast Brown’daki söyleşisinde “romanın en iyimser tahminle yirmi beş yıl ömrü kaldı savı, Ronald Sukenick’in 1969’ da yazdığı Death of the Novel(Romanın Ölümü) anlatısı, ve New York Times Book Review, 1990’larda kitabın ölümünü ilan eden kitapları bağlamında düşünmek gerek. [6] Bkz. Ian Buchanan, Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödipus’u, çev. Fahrettin Ege-Hakan Erdoğan, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Y., 2014, s. 137. [7] The Great Heack(Yön. Karim Amer, Jehane Noujaim), Sosyal İkilem(The Social Dilemma, Yön. Jeff Orlowski) Knock Down The House(Evi Yıkmak, yön. Rachel Lears), Startup.Com(Yönetmen Chris Hegedus, Jehane Noujaim) filmleri bu konuda uyarıcı mesajlar içerir. [8] Epokhe(epoché) ise bakışı öze çevirmek üzere yargıların ve rızanın askıya alınması, yani yargılamadan ve yargıdan kaçınma, gerçeğe göreliliği dolayısıyla ilgisiz kalma, dikkati hakikat arayışına yöneltme. [9] Bkz. Denis Dutton, Sanat İçgüdüsü, Güellik, Zevk ve İnsan Evrimi,. [10] Bkz. Giorgio Agamben, İçeriksiz Adam, Çev. Kemal Atakay, Monokl Y. İstanbul, 2019, s. 67. [11] Poiesis felsefi anlamda insanın yaratım etkinliğidir. Agamben’e göre, insan dünyada kendi özgün uzamını oluşturan şiirsel bir konuma sahiptir. “Bir yaratma, üretme, yapma, biçimine-hatta yaratmanın asli yapısının biçimine, hakikatin üretilmesine-karşılık gelmektedir.” Bkz. Yeryüzü Krizi, Nazlı Kalaycı, Cagito, 2019.
Comments