TAYEP SALİH'İN KUZEYE GÖÇ MEVSİMİ’NDE OKSİDENTALİST VE ORYANTALİST GEÇİŞMELER
Kadını sünnet ederek onu cinsel nesnesine dönüştüren müslüman toplumun bencil ve şehvet düşkünü erkeklerine ve yan olaylarından birini oluşturan çokeşlilik, yaşlı erkek genç eş geleneğine eleştirisi Tayep Salih’in Kuzeye Göç Mevsimi, din eleştirisi gibi algılanmış olmalı dinsel ve siyasal iktidarlarca. Roman 1966 yılında bir dergide tefrika edildiğinde tepki görmemesine karşın 25 yıl sonra kitap formunda yayınlanınca “yıkıcı” “dini aşağılayıcı” ve “pornografik” diye sakıncalı bulunur ve yasaklanır. Mısır enformasyon bakanlığınca toplatılır kitap. Yaklaşık otuz yıl baskısı yapılamaz Mısır’da ve Körfez ülkelerinde. Beyrut’ta ise engelsiz yüz binlerce basılır ve her yere dağılır.
Aslında ne dini aşağılayıcı ne de pornografiktir Kuzeye Göç Mevsimi. Ayrıca merkeze aldığı Doğu-Batı kavramına yeni bakış açısı getirmez; yine de kitap olarak ilginç serüveni Arap Edebiyatı Akademisi’nce 2001’de XX. yüzyılın en iyi arapça romanı seçilmekle taçlandırılır. Arapça romanlar arasında ayrıcalıklı bir yer edinir. Birçok dile çevrilir.
Kuzeye Göç Mevsimi, momentini islamın oluşturduğu yerelliğe, Avrupa’yla özdeş görülen moderniteye, emperyalizme, feodaliteye, gerikalmışlığa ve kapitalizme, kısacası Doğu’ya ve Batı’ya ilişkin görüşlerinin göndermeleri ortasında sıradan hayatların bileşkesi bir yerden pencere açıyor. Orda, Hortum’da yerel kültürün, eşdeyişle geleneğin baskısı altında modern olanın kuşatılmışlığı, bireyin özgürlük kavgası görünür kılınıyor. Aynasında ise o özgürlüğün sömürgecilik ilişkileriyle bütün bir ülkeyi kendine benzetmeye çalıştığı.
Romanın eksenindeki olay, anlatı kahramanı Mustafa Said ve anlatıcının Avrupa’ya gitmiş ve köyüne yeni değerlerle dönmeleri; bu arada bir üst katman olarak batılılaşma/batılılaştırma sancıları yer alıyor. İki kültürün karşılaştıkları yerdeki çatışma dolayımında hep olduğu gibi yine dış ve iç yolculuk bir aradadır ve iç yolculuk dış yolculuğun tersine nostaljiktir. Böylece köydeki kapitalist gelişmeye de bakmamız sağlanmış oluyor yazar. Ama gerikalmışlık/bırakılmışlık ile geleneğin baskısına ve yoksulluk öne çıkıyor...
Anlatıcı, katıldığı bir sonraki katmanı romanın köylünün gözünü diktiği kahramanında “Mustafa Said değildi bu, aynada gördüğüm aksimdi”(112) dediği üzre kendini bulmaktadır. Son bölümünden de belli bu: Onun gibi kendini Nil’in sularına bırakmış, ama son anda caymıştır intihar fikrinden. Bir yanıyla da Said’in nasıl öldüğünü anlatmış olmak için ya da intiharın bir çözüm olmadığını. Belki de benzer değerlerle yoğrulmuşlardır da ondan.
Anlatıcı da onun gibi köyüne dönmüştür Avrupa’daki öğrenimi sonrasında. Karşılaştığı en önemli değişiklik köylülerin garipsediği Said’in köye yerleşmiş olması ve ona ilişkin üretilen dedikodular anlatının gerilimini arttırır; okurun merağını uyandırır. Zamanla yakınlaştıkları Said, sırlarını ona açmış, ölürse çocuklarına ve eşi Hüsna’ya sahip çıkmasını istemiş, adına yazdığı mektupta “karımı, iki oğlumu ve tüm dünyevi mallarımı senin kontrolüne bırakıyorum”(61) diyerek. Verdiği sır da dahil yazamadığı yaşamöyküsünü yazılması için bıraktığı deftere.
Romanın başlarında esrarengiz biri olarak söz edilen Said esrarengiz biçimde ölünce bu vasiyet gerilimin merkezine oturur. Aldığı görevin gereğini yapmak üzere Said’in çocuklarını istediği gibi yönlendirir ama, eşiyle ilişkisini düzenleyemez. Ona aşık olmuştur üstelik ve kadın istediği halde Said’in anısına saygı nedeniyle onunla evlenmemiştir. Bunu fırsat bilen çokeşli ve yaşlı Vaad Reyis, Hüsna’yı kendisiyle evlenmek zorunda bırakmış. Baskılara boyun eğse de Hüsna’nın bu adama karılığa reddi cinayet ve intihar olur.
Döndüğü bir seyahatin sonunda bu trajediyle karşılaşınca anlatıcı pişmanlık içinde geri gidimlerle ve Said’in mektubunu okuyarak eşzamanlı kurgulayıp yazıyor. Öyle ki hangisinin anlatıcı hangisinin anlatılan olduğunu karıştırabilir okur. Aslında böyle okunması daha doğru; bu, yazarın bilinçli bir seçimi...
Hartum’daki okul müdürü “bu ülkede senin gibi zekayı besleyecek alan yok” diyerek ilköğretimden sonra onbeş yaşında yurt dışına yönlendirip Kahire’de bekleyen Robinson’ların ilgi ve gözetimi sayesinde Londra’ya yerleştirilmiştir Said.
Zekası gibi Bayan Robinson’la uyanan cinsel arzuları da Said’i bir Kazanova rolüne sürüklemiştir. Bazılarına tanrı, bazılarına köle gibi göründüğü(93) “zenci İngiliz”(52) denilen bu adamın Avrupa’daki ilk deneyimi Elizabeth’in ardından Ann Hammond, Sheila Greenwood, Isabella Seymour ve daha birçok kadın girmiştir hayatına. Londra Üniversitesi’nde iktisat dersleri verirken onları ve bay Jean Morris’i öldürmekten suçlu bulunmuş ve hapis yatmıştır.
Protestan Misyoner Dernekleri Yüksek Kurulu üyesi profesör Maxwell Foster Keen, kendisi için bir yerde “aklı Batı uygarlığını benimseyecek kadar soylu bir insandı, ama Batı onun kalbini kırmıştı” bir başka yerde “siz, Said bey, bizim Afrika’daki uygarlık görevimizin boşuna olmadığı gerçeğini kanıtlayan en güzel örneksiniz” sözleri, aynı zamanda sömürgeleştirmenin artık şiddetle değil, sömürge halkının rızasıyla gerçekleşmiş olduğu anlamına gelir. Elbette ki yazarın mesajı olarak. Ardından gelen yargı “emin ol ki yine de bizi uzaktan yönetiyorlar. Çünkü arkalarında onlar gibi düşünen insanlar bıraktılar”(52) olacaktır.
Fethedenin fethedilmesi burada henüz sözkonusu değil; ama bu ruhu özler Salih; romanında içten içe Said’in avrupalı misyonerler içinde bir misyoner olmasını ister gibidir, “evet beyler evinize bir istilacı gibi girdim” dedirttiğine bakılırsa. “Tarihin damarlarına enjekte ettiğiniz zehirin bir damlası olarak.” Ve bundandır ki İnançlı bir kadın olan İsabella Seymour ‘u kendisi için “günah dedikleri şey seni sarmalayan zevkten başka bir şey değil. Ah benim putperest tanrım. Benim tanrım sensin ve senden başka tanrım yok” diyecek kadar değiştirmiştir. Ve diğer üçünü, intiharlarına yol açan oryantalist fantezileriyle ayartarak…
Edward Said, Kuzeye Göç Mevsimi’nin kurgusuyla Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı romanı arasında bir ardıl öncül ilişkisi kurar. Karanlığın Yüreği’nde sömürgeye gidiş konusu işlenmiştir. Kuzeye Göç Mevsimi’nde iki kahraman da –anlatıcı ve Said- Kuzey’e gitmiş ve memleketlerine öç denebilecek duygularla dönmüşlerdir. Sömürgeci asimilasyona karşı bu duygu, Said’in İngiltere’de pek çok aşk yaşaması ve kadınlarının kalbini fethetmesiyle refleks gibi gösterilmiştir denebilir: “Size bir fatih olarak geldim”(57) ve “bize kapitalist ekonominizin hastalığını bulaştırdınız” diyecektir; bununla sömürge insanının da zeki ve akıllı olabileceğini göstermiş, kabul ettirmiş gibi.
Kuzeye bu içgüdüsel tepki gibi güneye yönelen nostalji de nedensizdir, ama eleştireldir yalnızca. Yazar/anlatıcı; bursla yurtdışına ilk gönderilen (51) ve aynı zamanda bir ingilizle evlenen ilk sudanlı( 54) olan Said’le hem feodal gelenekleri ve baskıyı, hem de batı uygarlığını eleştirir. Eleştirirken de olumluyu gösterir çaktırmadan. Said’i güzellemeden, idealize etmeden “ekonomik sistem üzerine sevgiye dayalı ders verip yazan”ve “ekonomide insancıllık”ı(39) gözeten farklı biri olarak betimlenmesi de insanı makineye indirgemiş görünen kapitalizme Ortadoğu’dan bir eleştiri, bir katkı, bir öneri gibi okunabilir.
İngiltere’de yedi yıl öğrenci olarak yaşayıp ailesine dönmüş, beş yıl önce Nil kıyısındaki bu köye gelip ev yaptırdıktan sonra Mahmud’un kızı Hüsna’yla evlenmiş içine kapanık, kibar, 1898 Hartum doğumlu Mustafa Said’in kimliği, kişiliği ve yaşamı, denilebilir ki anlatıcının kendisine ilişkin düşlemlerinden farkı, onun iktisad okuyup hocalık yapmasına karşılık yazar, edebiyat okumuş ve bir ingiliz şairi hakkında tez hazırlamıştır.
Salih’in eleştirisi, ülkesine göre kuzey olan Batı kadar da güneyin kapalı ahlak anlayışına yönelir. Toplumunun kanaatkarlığına dedesi özelinde göndermede bulunsa da daha çok cinsel ikiyüzlülüğünü deşifre etmek ister gibi. Sözgelimi Amcası Abdulkerim’e ilişkin betiminde hem çok eşli olduğunu hem de eşlerini aldattığını belirtme gereği duyar. Onun gibi biri olan Vaad Reyis’in ağzından “gavur kadınları”nın cinsel aktivitesine ilişkin merağı öğreniriz. “Gâvur kadınlar bu işi bizim köyün kadınları kadar bilmez” der. “Onlar sünnetsiz olurlar ve olaya su içmek gibi bakarlar. Köydeki kadınlarsa vücudlarına yağlar ve kokular sürerler, ipek bir gecelik giyerler ve akşam namazından sonra kırmızı hasrın üzerine yatıp bacaklarını açtıklarında adamlar kendilerini ilgilenen değil, ilgilenilen sanır.”
Bunun bedeli öteki eşlerinin üstüne yaşına bakmadan zorla kuma aldığı Hüsna tarafından kasıklarından bıçaklanarak öldürülmesi olur. Sonra da Hüsna’nın geleneği simgeleyecek biçimde kendi kalbine saplamıştır bıçağı. Vaad Reyis’in ilk karısının yanına, Hüsna’nınsa annesinin yanına gömülmesinden de bir ahlak dersi çıkarılsın istenmiştir sanki. Said, tam Keen’in ve kendisinin avrupalılar için zehir oluşuna ilişkin imgesini kanıtlarcasına kendi toplumunu da zehirlemiştir.
Olaya bir kahraman olarak katılmış anlatıcı da bunalmıştır iki arada bir derede bu hâlden. Geleneğin baskısı altındaki sıradan yaşamları Said’in gelişiyle çalkalanmış, ama, çok uzamadan olağanlığına dönmüştür. “Nehirden sessizliği ve sabrı öğrenen” köylülere ve köyün sıkıntısına katlanamayacağını, Said gibi burada yerinin olmadığını anlamıştır; çekip gitmek isteyecektir.
Ancak yaşamdan biraz farklı olarak bu hikâyenin öyküleşeceği, Said’le gömülmediği, Said’in anılarıyla birlikte bir mektup bırakmasından belli. Olay ve yazma edimi böylece nedenlenmiş, kurguya bağlanmıştır.
Kuzeye Göç Mevsimi’nin mesajına dönülecek olursa, Ortadoğu’nun Batı takıntısının ortasında seyreden bir anlam arayışı, bir tepkimenin romanıdır denebilir. Aksiyonunu oluşturan Avrupa’da öğrenim görme konusu çerçevesinde Doğu-Batı karşılaşması/karşılaştırması Farsça edebiyatta Fasih’in Dil-i Kûr(1973)’u, Muhammed Mes’ud’un Golhayî ki der Cehennem Miryed(1943)’i, Huseyn Medenî’nin İsmâl der Newyork(1954)’u, Sa’id-i Nefisî’nin Âteşha-yı Nihofte(1960)’sı; türkçede Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası(1896), Ahmed Hamdi Tanpınar’ın Huzur(1949)’u, Peyami Safa’nın Biz İnsanlar(1958)’ı, Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal(1936)’ı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Sürgün(1937)’ü dolayısıyla Ortadoğu roman okurlarının yabancısı olmadığı bir konudur. Ayrıca aynı konuda arapça romanın başarılı örnekleri var. Tâhâ Hüseyn’in Edip (Mısır) Tevfik el-Hâkim’in Usfür mine’ş Şark/Doğulu Bir Serçe(Mısır), ve Süheyl İdris’in el-Hayyu’l Latin/Latin Mahallesi(Lübnan) vb göre Kuzeye Göç Mevsimi’nin daha sağlam bir kurgu ve anlatıma sahip olduğu söylenebilir.
Said bir batılılaşmıştır ama, nostaljik biçimde de doğuya, kendi yereline bağlıdır. Bununla birlikte iktisadi olanın baskınlığı, iradesinin aşılamayacağı, olumsuzluklarına karşın görülür, görünsün istenir. Dinsel farklılık bir çatışma ve karşıtlık gibi işlenmemiştir; ama cinsellik ortak bilinçaltı ve içgüdülerle ilgili olmasına karşın çatışma ve gerilim yerine kullanılmıştır. Doğu’nun şehvetine ve kıskançlığına bakıp görmemizi sağlayacak biçimde. Sudan, niçin Doğu kategorisine katılır, bu ayrı bir konu; ama, Kuzeye Göç Mevsimi, güneyin kendine yetebileceğini, Batı’da olmayan zenginliğini görmeyi önerir; ama yeterli olduğunu söylemiş olmaz. Kuzeye göçse daha sona ermemiştir. Belki de Tayep Salih, bu tutumuyla kültürel ve sosyolojik geçişmeler yerine bireşimi öneriyor. Ya da her iki kültürün de ötekini kendine benzetmek çabası nedeniyle bireşim gerçekleşmediği için sancılar yaşandığını bilmemizi istiyor.