BÎGÜNAHIM HAK BİLÜR DEVLETLÜ SULTÂNIM BABA ( Muhteşem Süleym
Ötekisiz/Yaratım, Ocak-Şubat, 2013, sayı 1
Osmanlı padişah ve şehzadelerinin çoğu şairdir; danışmanları, hocaları ve terbiyecileri arasında bulunan şairler, olasılıkla aynı zamanda düzeltmendirler. Tam bir nazire olarak, özenle yazıldığı anlaşılan aşağıdaki manzume için Muhteşem Süleyman oturup zaman ayırmış mıdır yoksa düzeltmenleri mi yazdı yanıt olarak onun yerine? Mektuplar gerçekten karşılıklı gidip geldi mi? Kalpazanlıkları da pek meşhur olan o dönemlerin geleneklerine özgü işgüzar edebiyat tarihçilerinin bir kurgusu mu? Araştırmak gerek. Ancak bu tür manzum mektuplaşmalarla sıkça karşılaşıldığı bilinmekte; Yavuz ile Şah İsmail arasında da böyle bir nameleşme var.
Bir süre önce yayınlanmış olan Padişah Anaları, Harem’in mahremiyetin ve edebin rafa kaldırıldığı nemenem bir yer olduğunu anımsatmıştı. Ondan bir on yıl kadar önce yayınlanmış Osmanlı’nın Kanlı Tarihi de taht kavgalarında bir gece de on dokuz kardeşini katledenlerden tutun üvey kardeşinin veraset iddiasında bulunurlar korkusuyla yedi ceddini halletmesini sergilemişti. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok, Kanunî’nin oğullarının boğularak öldürülmesini seyrettiğini sahneleyen Hürrem Sultan oyunu lise edebiyat kitaplarındaydı bundan birkaç yıl öncesine kadar.
Biçim güzelliğinin öncelikli değer olarak tartıldığı sözkonusu edebiyat söyleminin dışında bir anlamı var aşağıdaki manzumelerin. İçeriği ve yansıttığı tarihsel gerçek birçokları için şaşırtıcı bulunacaktır. Çünkü “ecdadımız böyle değildir, çarpıtıyorsunuz” diye sansür tehditleri alan Muhteşem Yüzyıl dizisinin mesajını bile oldukça yumuşak bulmaya yol açacak bir gerçek ilk ağızdan yansıyor. Görülecek ki Muhteşem Yüzyıl dizisinde şehzadenin kendini kardeşine siper eden o kesiti de gerçeğin ters yüz edilmesinden başka bir şey değil. Gerçekse şu:
II. Selim(Sarı Selim) -ki kendileri ayık gezmezler- ile III. Bâyezid arasındaki iktidar kavgasında Kanunî slav devşirme Hürrem’in oğlu II. Selim’den yanadır. Savaşı kaybetmesi kaçınılmaz; çünkü II. Selim’in yanında olan yalnız Osmanlının devlet gücü değil; aynı zamanda hainleri, entrika ustalığı vardır. Bâyezid oyunu kaybeder; eşi, dört çocuğuyla Amasya’ya kaçar, ordan da İran’a.
Yara almış iktidarın hırsı vicdanını köreltmiştir Kanunî’nin; oğlu da olsa onu yaşatmayacaktır. Çünkü iktidar oğuldan önemlidir. Oğul da bunu bilir aldığı terbiye gereği. Babanın kurban isteyeceğini ve affetmeyeceğini, baba da eğer oğul başarılı olsaydı Bâyezid’in Odipus’a dönüşeceğini deneyimlerinden bilir; taht kavgasında kardeş katlini meşru kılmıştır zat-ı şahaneleri. Yani taht için her şey mübah, bu bağlamda katl meşru müdafaa sayılır.
Bunu bildiği için şehzade Bâyezid, Şâhî mahlasıyla, “”Redd ettilerse ger bizi Osmanlı erenleri/itti kabûl-i dil Acemistan erenleri//Rahmettiler felâketimizi, çünki gördiler” der ve iktidarın ahlakına güvenmediğinden babası Kanunî’nin vicdanına seslenir: “Bu Şâhî’nin günahını avf itseler n’ola/Sultan-ı Rûm ü milket-i Osman erenleri.”
Olageldiği gibi iktidarın dili her yerde ortaktır, çünkü çıkarları birdir, kendileri düşman olsalar da. Ve Şâhî, İran Şahı Tahmasb için bir rehinden başka bir şey değil, hedayesi ödenirse iade edilecektir. Bunu da sezinlediğinden veya aldığı terbiyenin gereği bildiğinden bir umut, can havliyle şu tazarrunâmeyi yazar Şâhî:
“”Ey serâser âlem sultan Süleyman’ım baba
Tende cânım, cânımın içinde cânanım baba
Bâyezid’ine kıyar mısın benim cânım baba
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Enbiyâ serdefteri ya’ni ki âdem hakkıyçün
Hem dahi isî ile Mûsî-i Meryem hakkıyçün
Kâinatın serveri ol rûh-i a’zâm hakkıyçün
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Sanki Mecnûn’um bana dağlarbaşı oldu durak
Ayrılup bilcümle mâl ü mülkten düştüm ırak
Dökerim gözyaşını vâhsretâ dâd elfirak
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Kim sana arz eyleye hâlim eyâ şâh-ı kerîm
Anadan kardeşlerimden ayrılup kaldım yetîm
Yok benim bir sere isyanım sana Haktır âlim
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Bir niçe ma’sûmum olduğun şehâ bilmez misin
Anların kanına girmekten hezer kılmaz mısın
Yoksa ben kuluna hak dergahına varmaz mısın
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Hak taâlâ kim cihânın şâhı itmiştir seni
Öldürüp ben kulun güldürme şâhım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Tutalım iki elim baştan başa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günâh itse nola
Bâyezid’in suçunu bağışla kıyma bu kula
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba”
Dört masumum deyip, onlara olsun kıyma beni de onlara, onlar için bağışla dediği Şâhî’nin torunlarıdır elbette ki Kanunî’nin; ama, onlardan önemlisi bağışlanmasını dileyen de oğludur. Merhamete gelmez mi? Nazire tarzında şöyle yanıtlar Muhibbî mahlaslı şiirinde oğlunu:
“Ey demâdem mazhar-ı tuğyün ü isyânım oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana Ey Bâyezid Hân’ım oğul
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Enbiyâ vü evliyâ ervâh-ı a’zam hakkıyçün
Nûh u İbrâhim ü Mûsî ibn-i Meryem hakkıyçün
Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet fahr-ı âlem hakkıyçün
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Âdem adın itmeyen Mecnûn’a sahrâlar durak
Kurb-ı tâatten kaçanlar daimâ düşer ırak
Tan değildir der isen vâ hasretâ dâd elfirak
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Neş’et-i haktır nübüvvet râm olan olur kerîm
Ecdad kavlini inkâr iden kalur yetîm
Tâate isyâna âlimdir hudâvend-i azîm
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Rahm ü şefkât zîb-i imân olduğun bilmez misin
Yâ dem-i mas’üm dökmekten hezer kalmaz mısın
Abd-i âzâd ile hak dergâhına varmaz mısın
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Hak reâyâ-yi mutie râzı itmiştir seni
İsterem mağlûb idem ağnâma zi’b-i düşmeni
Hâşelillâh öldürürsem bîgüneh nâgeh seni
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Tutalım iki elin baştan başa kanda ola
Çünki istigfâr idersen biz de afv itsek n’ola
Bâyezid’im suçunu bağışlarım gelsen yola
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Emri demiri kesen, “ben ki cihan padişahıyım” diye böbürlenen Muhteşem Kanunî, anlaşılacağı gibi isyanından çok mütessirdir fermanını dinlememiş oğlunun, çünkü akıp giden geleneği çiğnemiştir, bu dine de aykırı sayılır; ama yalvarışlarına kayıtsız olamayacağını, haksız yere onu öldürmek gibi bir günah işlemeyeceğini hele de düşmanı sevindirmeyeceğini, iki eli kanlı da olsa aff diledikten sonra bağışlanmaması için bir neden olmadığını söylemekte.
Bâyezid’in yana yakıla bağışlanmasını istediğine, koskoca Kanunî’nin de sözünden dönmeyeceği beklentisine göre ortada sorun olmaması gerekir. Sorun olsa olsa şah Tahmasb’ın düşmanlıkla “sen bağışladın ben bağışlamıyorum” demesi olabilir. Ama hayır böyle olmuyor. Kim ecdadını nasıl bilmek istiyorsa öyle bilsin; Kanunî yine bir Kanunî gibi davranıp vaadinde durmak yerine –ki bir vaad mi bir tuzak mı o da tarışılabilir- gönderdiği ajanları aracılığıyla eşi ve dört oğluyla birlikte öldürtüyor “Bâyezid’im, cânım” dediği oğlunu ve torunlarını geliniyle birlikte.
MUHTEŞEM VİCDANIN ŞİİRİ
(Kısaltılmış biçimi yaratıma gönderildi.)
Nedim gürsel Kanuni’nin biseksüel olduğunu, önce makbul sonra maktul olan İbrahim Paşa’yla aynı yatakta yattıklarını Osmanlı vakanivüsleri bile yazıyor. Ayrıca fatihin de biseksüel olduğunu, yazdığı romanda bunu yansıttığını ve Babinger’in Fatih biyografisinden yararlandığını, belirtiyor.
Ebussud efendi, Yunus’u kafir ilan eder
Osmanlı padişah ve şehzadelerinin çoğu şairdir; çünkü danışmanları, hocaları ve terbiyecileri arasında bulunan şairler; aynı zamanda düzeltmendirler. Tam bir nazire olarak, özenle yazılmış aşağıdaki manzume için Muhteşem Süleyman oturup zaman ayırmış mıdır yoksa düzeltmenleri mi yazdı yanıt olarak onun yerine? Mektuplar gerçekten karşılıklı gidip geldi mi? Kalpazanlıkları da pek meşhur olan o dönemlerin geleneklerine özgü işgüzar edebiyat tarihçilerinin bir kurgusu mu? Araştırmak gerek. Ancak bu tür manzum mektuplaşmalarla sıkça karşılaşıldığı bilinmekte; Yavuz ile Şah İsmail arasında da böyle bir nameleşme var.
Bir süre önce yayınlanmış olan Padişah Anaları, Harem’in mahremiyetin ve edebin rafa kaldırıldığı nemenem bir yer olduğunu anımsatmıştı. Ondan bir on yıl kadar önce yayınlanmış Osmanlı’nın Kanlı Tarihi de taht kavgalarında bir gece de on dokuz kardeşini katledenlerden tutun üvey kardeşinin veraset iddiasında bulunurlar korkusuyla yedi ceddini halletmesini sergilemişti. O kadar uzağa gitmeye de gerek yok, Kanunî’nin oğullarının boğularak öldürülmesini seyrettiğini sahneleyen Hürrem Sultan oyunu lise edebiyat kitaplarındaydı bundan birkaç yıl öncesine kadar.
Biçim güzelliğinin öncelikli değer olarak tartıldığı sözkonusu edebiyat söyleminin dışında bir anlamı var aşağıdaki manzumelerin. İçeriği ve yansıttığı tarihsel gerçek birçokları için şaşırtıcı bulunacaktır. Çünkü “ecdadımız böyle değildir, çarpıtıyorsunuz” diye sansür tehditleri alan Muhteşem Yüzyıl dizisinin mesajını bile oldukça yumuşak bulmaya yol açacak bir gerçek ilk ağızdan yansıyor. Görülecek ki Muhteşem Yüzyıl dizisinde şehzadenin kendini kardeşine siper eden o kesiti de gerçeğin ters yüz edilmesinden başka bir şey değil. Gerçekse şu:
İktidar tanrısız yapamaz; arzusu mutlak itaat nedeniyle tanrı göndergesini gereksinir, retoriğinin gereci de doğallıkla sakralizasyonu/kutsallaştırmayı. Her türlü duygusallık, özellikle de vicdan ve merhamet iktidar zaafına yol açmasın diye birer değer durumuna gelecek olduklarında kutsalının geregiymiş gibi akılcılaştırılırlar. Bu anlamda özellikle bu kavramların özünü oluşturduğu adalet egemen söylemin vaadi ve göstergesi olarak beyan edilir. Genellikle yasalar, yasaklar açıklanırken ve şairler aracılığıyla.
Eskiden sakralizasyonun yanında veya onun içinde iktidar retoriğinin destekçisi, bir anlamda da varoluş nedeni içinden doğduğu kültürel bellekti. İnşaat ve mühendisliğine iletişimsel bellek de yardımcı olurdu. Günümüzde eristik iktidar oyunlarında iletişimsel bellek öne geçmiş görünüyor; çünkü bilgi enflasyonu belleğin sürekli tazelenmesini gerektiriyor. O da buyruk ve itaati berkitiyor. Onun içindir ki Başbakan Erdoğan, Muhteşem Yüzyıl dizisindeki Harem entrikalarını kutsallık halesinin ihlâli sayıp yadsımak, yasaklamak istiyor. Ecdadın onun ecdadı olmasının, onun ecdadına, ecdadının ona benzemesi için de gereklidir bu.
Padişahlık hayalleri kuruyordur. Bu da iktidarın doğasında vardır. İslamcı terminolojinin terimlerinden olan firavunlaşmak, eşdeyişle kendinde tanrısal nitelikler görmek, tanrılık savında bulunmak da öyle, başarılarıyla ve hırsla gözü kararanlara bulaşan bir virüs olup Erdoğan’a da bulaşması olasılığı vardır. Çünkü iktidar ahlak bozucu olduğu gibi bu virüsün beslendiği ortamdır.
Üslup benzerlikleri Turgut Özal zamanının ata yadigarı “Has Bahçe” gece âlemleri geleneğini kişisel olarak sürdürmüyor olabilir ya da Kanunî’den farklı olarak oğullarına ve eşlerine şefkatli ve cömert davranabilir; ama iktidarın iradesi muhteşem yüzyılda olduğu gibi bu yüzyılda da aynı mantıkla işler: Buyruk ve itaat; gelenek, mistifikasyon ve manipülasyon olmazsa olmaz.
Simgesi ister Has Bahçe âlemi olsun ister türban gelenek ve bellek demek resmi tarih demektir; iletişimsel belleğin işlerliği onun her dem taze tutulmasıdır. Dönemin sadrazamlarından İbrahim Paşa’nın İstanbul’a heykeller dikmesine şair Figanî’nin muhalefeti ve katli gibi istisnaları olabilir. Şairler genellikle saraya kapılanmak ister veya haremağası gibi orda gözünü açmıştır ve başka yerde tutunması olanaksızdır; onun için “felek o ağırlamanın sofrası gibiydi; ay ve güneş de iki ekmeği” ve “pilavın kubbesinde yağın sarılığı eren türebesindeki tanrı nuruydu” ve “gökleri kılıcıyla tutan, ululuk burcunun dolunayı tanrı gölgesi Sultan Süleyman…” ve “senin savaş meydanın can bahçesi, çiçekler düşmanlarının başı, süngüler de salınan serviler” diye seslenerek padişahı yelleyen Hayalî gibi çorbacıları eksik olmaz.
Bunların muhalefetten iktidara taşınmışları da olanalarının kimisini Padişah, hokka tutucusu yapar. Bu hokka, tükürük hokkası da olabilir. İbret-i âlem için; yani iktidara biad etmeyenlerin ne hâllere düşeceği görülsün diye. İsyana cesareti olmayanlara da velî nimet bildikleri sultanca çok önceden îdâne, iydiyye ve in’âm denilen bağışlar, sadakalar verilir ki sadakatla iktidarın imajını parlatsınlar. Birinciler Tantalos’a özgü suçlarının ve cezalarının ayırdında olurlar genellikle; umarsız katlanırlar kaderlerine. İkinciler iktidarın niyetini bilmez veya bilmek işine gelmediği için mazhar olduğu iltifatı hünerinin eseri sanır, ‘servi gibi doğrulukla kulluğuna’ ve methiyesine devam eder.
Günümüze gelinceye methiyeler de değişti, memduhlar da medihler de; çünkü muktedirler eski hükümdarlar değil; dolayısıyla iktidar mistifikasyonu, iktidar retoriğiyle çirkin yanları gizlenir memduhlarca; makul kılınıp meşruiyete büründürülür. Ama Hilmi Yavuz gibi hofsaide düşenler yine de olur. Oysa dili kıvrak, bilgisi engindir Yavuz hocanın. Konuya ilişkin 23.12.2012 tarihli Zaman’daki yazısında burnunu o kadar düşürmüyor; ama, yaptığı yakışık da düşmüyor.
Ne yapıyor hoca, Cumhuriyet dönemi tarihsel romanlarının ecdad Osmanlı karşıtlığını saptıyor:
“Muhteşem Yüzyıl dizisinde Kanunî Sultan Süleyman’ın hayatını sürekli olarak haremde geçiren bir karakter olarak sunulmasının belirli bir rahatsızlık yarattığı öteden beri biliniyordu. Başbakan sonunda bu rahatsızlığı dile getirdi: ‘Bizim böyle bir ecdadımız yok!’ Hemen belirtmeliyim kurmaca metinlerde meselâ tarihi romanlarda olduğu gibi belirli şartlarda gerçeğin dışına çıkılabilir.”
Muhteşem Yüzyıl ve örnekleyeceği Cumhuriyet Dönemi tarihsel romanlarda “belirli şartlar”ın ne olduğunu belirtmeden devamla Yavuz hoca, “Büyük Osmanlı padişahlarının alabildiğine aşağılanıp horlandığı popüler tarihî romanlar 1930’lu yıllarda yaygınlaşmıştır. Örneğin Tepedelenli oğlunun Deli Deryalı romanında Kanunî ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisine rahmet okutacak kertede aşağılanır” deyip benzer örnekler sıraladıktan sonra da Bâyezid’i Kanunî’ye ispiyonlayan Lâla Mustafa Paşa gibi “Bizim böyle bir ecdadımız var mı? Sayın Başbakan’ımızın dikkatlerine sunulur” diyerek önceki yıllarda Naipul’a ilişkin kışkırtıcı imajını tazelerek misyonunu yerine getiriyor. Kanunî nerden nasıl ecdadı oluyor sorusunu da yanıtını da aklına getirmeden, olasılıkla akla gelmesin diye Hürrem Sultan oyununu da nedense anmıyor. Onlar gibi kasidelerin ve methiyelerin abartısı ayuka çıkan yalanlarını da…
Örneklediği trivial romanların kemalist kanonu inşanın aracı olduklarını da ekleyerek yazdığı gazetenin hedef kitlesinin diline bir parmak bal çalan Yavuz Hoca, bir zahmet edip resmi tarihlerin de büyük ölçüde anlatısal olduğunu, genellikle gerçeğin çarpıtıldığı, uyduruk belgelere dayandığını söylemeye dilini vardırmıyor.
Bir efendisi eksik Hoca’nın söyleyemediğini anımsatmak babından konuyla ilgili birini aktaralım:
II. Selim(Sarı Selim) -ki kendileri Ahmet Altan’ın da 23.12.2012 tarihli tarafta andığı gibi ayık gezmezler- ile III. Bâyezid arasındaki iktidar kavgasında Kanunî slav devşirme Hürrem’in oğlu II. Selim’den yanadır. Savaşı kaybetmesi kaçınılmaz; çünkü II. Selim’in yanında olan yalnız Osmanlının devlet gücü değil; aynı zamanda hainleri, entrika ustalığı vardır. Bâyezid oyunu kaybeder; eşi, dört çocuğuyla Amasya’ya kaçar, ordan da İran’a.
Yara almış iktidarın hırsı kalbini köreltmiştir, muhteşem ya, kanuni ya; oğlu da olsa onu yaşatmayacaktır. O ki bir başka oğlunun gözü önünde boğulmasına izin verendir. Bu âsiye yaptığı kâr kalsın ister mi? Çünkü iktidar oğuldan önemlidir. Oğul da bunu bilir aldığı terbiye gereği. Babanın kurban isteyeceğini ve affetmeyeceğini, baba da eğer başarılı olsaydı Bâyezid’in Odipus’a dönüşeceğini deneyimlerinden bilir; taht kavgasında, ne sevgilinin, ne ananın, ne de oğlun değeri olabilir. Taht elden gidecek olduğunda gözü dönüverir, her şey düşman, her şey tehdide dönüşür ve paranoya başlar. Bir gece de on dokuz kardeşini katledenden tut kırk beş yakınını boğdurana kadar her şey mübah olur, her şey devletin bekâsı için meşru müdafaa...
Bunu bildiği için şehzade Bâyezid, Şâhî mahlasıyla, “”Redd ettilerse ger bizi Osmanlı erenleri/itti kabûl-i dil Acemistan erenleri//Rahmettiler felâketimizi, çünki gördiler” der, ve iktidarın ahlakına güvenmediğinden babası Kanunî’nin vicdanına seslenir: “Bu Şâhî’nin günahını avf itseler n’ola/Sultan-ı Rûm ü milket-i Osman erenleri.”
Olageldiği gibi iktidarın dili her yerde ortaktır, çünkü çıkarları birdir, kendileri düşman olsalar da. Ve Şâhî, İran Şahı Tahmasb için bir rehinden başka bir şey değil, hedayesi ödenirse iade edilecektir.
Bir umut, can havliyle şu tazarrunâmeyi yazar Şâhî:
“”Ey serâser âlem sultan Süleyman’ım baba
Tende cânım, cânımın içinde cânanım baba
Bâyezid’ine kıyar mısın benim cânım baba
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Enbiyâ serdefteri ya’ni ki âdem hakkıyçün
Hem dahi isî ile Mûsî-i Meryem hakkıyçün
Kâinatın serveri ol rûh-i a’zâm hakkıyçün
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Sanki Mecnûn’um bana dağlarbaşı oldu durak
Ayrılup bilcümle mâl ü mülkten düştüm ırak
Dökerim gözyaşını vâhsretâ dâd elfirak
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Kim sana arz eyleye hâlim eyâ şâh-ı kerîm
Anadan kardeşlerimden ayrılup kaldım yetîm
Yok benim bir sere isyanım sana Haktır âlim
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Bir niçe ma’sûmum olduğun şehâ bilmez misin
Anların kanına girmekten hezer kılmaz mısın
Yoksa ben kuluna hak dergahına varmaz mısın
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Hak taâlâ kim cihânın şâhı itmiştir seni
Öldürüp ben kulun güldürme şâhım düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayırma beni
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba
Tutalım iki elim baştan başa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günâh itse nola
Bâyezid’in suçunu bağışla kıyma bu kula
Bîgünahım Hak bilür devletlü sultânım baba”
Dört masumum deyip, onlara olsun kıyma beni de onlara, onlar için bağışla dediği Şâhî’nin torunlarıdır elbette ki Kanunî’nin; ama, onlardan önemlisi bağışlanmasını dileyen de oğludur. Merhamete gelmez mi? Nazire tarzında şöyle yanıtlar Muhibbî mahlaslı şiirinde oğlunu:
“Ey demâdem mazhar-ı tuğyün ü isyânım oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana Ey Bâyezid Hân’ım oğul
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Enbiyâ vü evliyâ ervâh-ı a’zam hakkıyçün
Nûh u İbrâhim ü Mûsî ibn-i Meryem hakkıyçün
Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet fahr-ı âlem hakkıyçün
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Âdem adın itmeyen Mecnûn’a sahrâlar durak
Kurb-ı tâatten kaçanlar daimâ düşer ırak
Tan değildir der isen vâ hasretâ dâd elfirak
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Neş’et-i haktır nübüvvet râm olan olur kerîm
Ecdad kavlini inkâr iden kalur yetîm
Tâate isyâna âlimdir hudâvend-i azîm
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Rahm ü şefkât zîb-i imân olduğun bilmez misin
Yâ dem-i mas’üm dökmekten hezer kalmaz mısın
Abd-i âzâd ile hak dergâhına varmaz mısın
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Hak reâyâ-yi mutie râzı itmiştir seni
İsterem mağlûb idem ağnâma zi’b-i düşmeni
Hâşelillâh öldürürsem bîgüneh nâgeh seni
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Tutalım iki elin baştan başa kanda ola
Çünki istigfâr idersen biz de afv itsek n’ola
Bâyezid’im suçunu bağışlarım gelsen yola
Bîgünâhım dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Emri demiri kesen, “ben ki cihan padişahıyım” diye böbürlenen Muhteşem Kanunî, anlaşılacağı gibi isyanına kırgındır fermanını dinlememiş oğlunun, çünkü akıp giden geleneği çiğnemiştir, bu dine de aykırıdır; ama yalvarışlarına kayıtsız olamayacağını, haksız yere onu öldürmek gibi bir günah işlemeyeceğini hele de düşmanı sevindirmeyeceğini, iki eli kanlı da olsa aff diledikten sonra bağışlanmaması için bir neden olmadığını söylemekte.
(Tam bir nazire olarak, özenle yazılmış bu manzume için Muhteşem Süleyman oturup zaman ayırmış mıdır yoksa birileri mi yazdı yanıt olarak onun yerine? Mektuplar karşılıklı gidip geldi mi yoksa bu o dönemin geleneklerine özgü bir kurgu mu? Araştırmak gerek. Ancak bu tür manzum mektuplaşmalarla sıkça karşılaşıldığı bilinmekte. Yavuz ile Şah İsmail arasında da böyle bir nameleşmenin örneği var.)
Bâyezid’in yana yakıla bağışlanmasını istediğine, koskoca Kanunî de sözünde duracağına göre ortada sorun olmaması gerekir. Sorun olsa olsa şah Tahmasb’ın düşmanlıkla “sen bağışladın ben bağışlamıyorum” demesi olabilir. Ama hayır böyle olmuyor. “Böyle bir ecdadımız yok” derken başka bir ecdaddan söz ediyor olabilir Erdoğan ya da nasıl bilmek istiyorsa öyle bilsin; Kanunî yine bir Kanunî gibi davranıp vaadinde durmak yerine –ki bir vaad mi bir tuzak mı o da tarışılabilir- gönderdiği ajanları aracılığıyla eşi ve dört oğluyla birlikte öldürtüyor “Bâyezid’im, cânım” dediği oğlunu.
Ama gün gelir dilin kemiği olmadığı için “adaletli padişahın huzurunda söz etmek ne haddime! Malum şairlerin böylesi yalanları hep olur” deyiverip onca iltifatı ters yüz eden bir itirafta bulunabilir aynı Hayâlî.
Yanlış anlaşılmasın bu demektir ki şairlerin vicdanı kanabilir, kandırabilir; ama şiirin vicdanı kanmaz ve onun belleği işte böyle yumuşak ve karşı konulmaz tanıklıkları korur. Çünkü şairine karşın şiir, her zaman iktidar mantığının dışında durur ve akılla işleyen iktidara karşı duyguların diliyle konuşur. Akıl kendine rağmen davranabilir ama, duygu, şairin dediği gibi “o bu dilden anlamaz pek.” Takiyenin maskesi ordan başlanarak çözülür. Anlaşılır ki: Devletin bekâsı için yüreğine taş basıp oğlunu kurban etmesi ne bir erdem ne de doğruluk meselesidir, inanç ve politikanın gereği olan iktidar manipülasyonunun onanmasıdır, tanrısal imgesinin berkitilmesidir. Bugün dindar görünen AKP’ye özgü olmadığı gibi onunla da kalmaz, Kanunî’den öncesinden Hz. İbrahim’den beri uzanıp gelen bu mitik bellek bundan sonra da dindar, laik, materyalist fark etmez, iktidar otoritesine hizmet eder.
Sorun bu değil; sorun, Erdoğan’a bunu söyletip sonra da bunu söyledi diye ona oy veren kitlelerin içselleştirdiği“celladını sevmek” meselesi; yani iktidar retoriğinin kullandığı yığın psikolojisi. Bir de dediği ve rol modeli olduğu gibi Yavuz Hoca’nın “şarkta bilgelikle kurnazlığı ayırt etmek, her zaman kolay”(Behçet Necatigil’in Tûtînâme çevirisinin önsözünden, Can Y. s. 12, 2009, İstanbul) olmayışı.
Tenzih ederek söyleyelim bir efendiliği eksik
“elbette cennet güzeldir, ama padişahın adaleti dünyayı cennet gübü güzellemiştir.”
“bütün dilekleri gerçekleşmiş olan güçlü ve talihli padişah güzellerin yanağı gibi adaletiyle dünyayı bezemiştir.”Necâtî(II. Bayezid’e Bahariyye Kasidesi’inden
Ama iktidar her yerdeyse muhalefet de öyledir; öyle olmalıdır. İktidarın eristik oyunlarını, sofistik söylemini deşifre etmek, tanrısallığını desakralizasyona uğratmak, maskesini indirmek gerek. Mühür onda olduğu için mikrofon da orda; ama ayağa kalkarsa her şeye yetebilecek olan vicdan kaynağı da muhalefetin safında. Ahlakın sonucu olarak değil, nedeni ve ölçütü olarak. Çarpıtılmış tarihin gerçeğini gündeme sürmek, bilincin tepetakla edilmiş olduğunu anımsatıp göstermek de…