top of page

ALAVERE DALAVERE MASRÎ NÖBETE/Yusuf el-Kaid'in Mısır Topraklarında Savaş romanı penceresinden Mı

ALAVERE DALAVERE MASRÎ NÖBETE

Yusuf el-Kaid, Mısır Topraklarında Savaş romanını polisiye tarzında kurgulayıp Masrî’nin öldürülmesinin ipuçlarından geriye-gidimlerle yazsaymış daha sürükleyici olacağını varsayıp sondan başa doğru okumuş gibi çözümlemeyi deneyeceğim. Bir yandan şöyle düşünmekteyim: İyi ki kurgu denemelerine ve söz oyunlarına boğulmamış hikâyesi, kahramanı Masrî’nin kişiliğine uygun düzanlatımı yeğlemiş yazar. Bunun gibi rastlantıların çokluğu günümüz arapça romanlarının söz edimi, söz edinci ve teknik düzeyine sahip görünmüyor; ancak bu ve benzeri zaaflarının Masrî tipini karakterize etsin diye kurgulandığı varsayılabilir. Romantizmle realizm arasındaki pragmatik yalınlığı, düzçigisel yöntemi, mantıklı ve ironi olarak değerlendirilebilir.

Ortadoğu’da bildik hovardalıkların güncellenmek istendiği son aylarda anımsanıp okunabilecek romanı ilginç kılan olayı ve beni yazmaya iten hikâyesi kısaca şöyle: Askere gelme kararı verdiği gece gibi bir kadir gecesi şarapnel parçasının isabeti sonucu ölüyor Masrî; onun ve romanın en trajedik göndermesi de ertesi gün, ölümünden birkaç saat sonra ateşkes ilan edilmesi. Silah arkadaşının anlattığına bakılırsa savaşın kızıştığı bir anda, cepheye gitmeden bir gün önce randevulaştığı üzere sırlarını komutanıyla paylaşmaktan vazgeçip “ülkenin kurtuluşu bekleyemez” diyerek cepheye gitmiş. İsrail, Süveyş’i ele geçirsin, ilerlemesini işgalini devam ettirsin, mısırınoğulları kahraman askerler orda ölsün, Masrî cephe gerisinde canını mı esirgeyecek, olacak şey mi? Buna katlanmaktansa ölmeyi yeğlemiş.

‘Bekçi-köylü’ babası, emekli olmuş ama, oğlunun başına örülen çorabın ilmeklerinden biri olarak yeniden işe alınmıştır Umde’nin şatosu Dewar’da. Umde’nin dördüncü ve en genç karısının akşam-sabah gönderdiği yiyeceklerin bedeli olarak... Ona bakılırsa Masrî’yi kendi oğlu gibi sevdiğinden. Aslında emekli bekçinin oğlu Masrî’nin Umde’nin yedinci oğlunun kimliğiyle askere gönderilmesinin planını yapmış olduklarından. Emekli aylığı gibi bu desteğin de yetmeyeceği bilindiğinden babayı ikna etmek için Umde bir de söylenti salmıştır nahiyeye. Devlet, Nasır dönemindeki toprak reformuyla topraksız köylülere dağıtılan toprakları yeniden sahiplerine iade edecekmiş. O zaman Umde’den alınıp Bekçi’ye verilmiş arazi de dahil.

Okul birincisi ve Umde’nin “kulağı olmayana küpe” dediği her türlü sınavı kazanıp çok iyi meslekler edinebilme zekasına karşın öğretmen olup köyüne, köylülerine bilimin aydınlığını taşımaya bile ekonomik olanakları elvermediği için Masrî’nin geleceğindeki geçim kaynağıdır o topraklar. O da ellerinden gidecek olursa kaygısına kapıldığı için Umde ile her türlü sahtekârlığın mimarı Müteahhit’in kurdukları düzen meyvesini vermiş ve Masrî’nin babası bir ‘kadir gecesi’ ağa düşmüştür. Beş çocuğun tek erkeği Masrî’nin trajedisi burada başlamıştır.

Cesedini köyüne götüren “hayatı hiç düşünmeden kabul etmiş bir kader kurbanıydı” Nil alüvyonları gibi esmer yüzlü, hiç kız arkadaşı olmamış diye düşünen silah arkadaşının orda karşılaştıkları, özellikle Umde’nin oğlu olarak gömülmesi vakıf olduğu sırlarıyla birlikte beynini tırmalamaya başlar. “İlahi adalet Masrî’nin öyküsünün neresindeydi… babasının topraklarını savunmayı göze almamışken neden orduya katıldı, kahramanca bir ölüm mü istiyordu” sorularının ardı sıra inanılmaz öyküsünü Masrî’nin komutanıyla paylaşır; komutan harekete geçer ve soruşturma başlatılır. Kendisi, babası ve silah arkadaşı gibi komutan da

Masrî gibilerin emeğinden başka hiçbir şeyi”nin bulunmadığını; “adaletin hakimiyetin temeli” olduğunu, vatan gibi yasaları ve yaşamı da Umde ve onunla işbirliği yapan kapalı kapıların ardındaki nüfuzlu kişilerin yönlendirdiğini, Mısır’ın “kendi evlatlarını yiyen kediye” benzemesinin nedeni bu nüfuzlu kişilere rağmen bir şey yapılamayacağını bilmez gibidir.

Çark onlara göre döner; kendi çıkarlarını genelin çıkarları olarak algılanacak bir mantığa oturttukları gibi Umde’nin oğlunun kimliğiyle askere gönderilmiş Masrî olayını ve ölümünü de akıl çeldirici sofistik kurgularıyla manipüle edecek nüfuzlu kişilerin simgesi Müfettiş’e göre “Mısır’ın düşmanları bunu duyarsa ne der, bir düşünün!” Hem bu sahtekârlığı örtbas etmek şehit sayılma ayrıcalığını tanımakken, gerçeği açıklamak şehitlik kurumuna kuşkuya yol açar. Ayrıca Masrî, sahtekârlık yapıp Umde’nin oğlu kimliğine bürünmek, kendini öyle tanıtmakla nüfuzlu kişilerin ve çocuklarının sağladığı ayrıcalığı edinmek istemiştir. Ama en doğrusu şudur ki bu nüfuzlu kişilere göre: “Hayatını hangi isim altında feda ettiği önemli değil, önemli olan ülkesi, ailesi ve Mısır halkı uğruna kanını dökmüş olmasıdır.” Dahası da var gerekçelerin Müfettiş’i konuşturacak olursanız: “Gönüllü bulunmadığı takdirde devlet yaşamlarımızı satın almak için para öder. Burda olan da aynen bu. Bekçinin oğlu Umde’nin oğlunun yerine vatanperverane bir vazife üstlenmiş. Bunu isteyerek yapmış olmalı, yoksa bir şekilde itiraz ederdi. Hiç kimse onu rızası dışında bir işe zorlamış olamaz.”

Bu manipülasyonla Mısır’ın kaymağını yiyen, yüzlercesinin toplam mülkü kadarına sahip olduğu için herkesten önce savaşması gereken Umde’nin oğlunun asker kaçağı oluşu ört bas edilir; ama gerçeği bilen silah arkadaşının vicdanı ve mantığı bu dalavereye kanmaz. “Hepimiz Mısır’ı seviyoruz; ama sevdiğimiz Mısır hangisi? İnsanları açlıktan ölen Mısır mı? Yoksa tıka basa yemekten ölenlerin Mısır’ı mı” diye yanıtı içinde sorar.

Sözü yazar alır; olası nedenleri, olayları, olabileceklerle birleştirip kurmacanın fantastik imgeleriyle sorunu evrensel boyutlara taşır. Böyle bir olay yaşanmış yaşanmamış önemli değil; önemli olan olabileceğidir; belki de birçok değişik hikayeyi puuzl gibi birleştirip bir bütün oluşturmuş; ama daha önemlisi Masrî’lerin/mısıroğullarının dünyanın her yerinde ve her döneminde ve gerçekten Meçhul Asker retoriğindeki gibi savaşta tek tek veya topluca belirleyici olmalarıdır. Bu açıdan Masrî biraz Cemile’nin Sadık’ına, biraz Aslan Asker Şvayk’a benzer; Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un Paul’una da Philotas’a da İphigania’ya da benzetilebilir… Dahası vatanî görevin kendinden değerli, kutsallığına, vatan aşkı diye bir şeyin varlığına inandırılmış, o güzelim lütfuna mazhar olmak için cansiperane öne atılan bütün askerlere…

Naif, saf, gözü kara; ölecek o, ölümü generallerin yıldızını arttıracak bunu bilmeksizin. Onların başarısı ve gücü arap hükümetinin koruması, patronların kasasındaki paranın güvencesidir çünkü; vatan aşkının Mısır’da da bir monarkın otoritesini berkitmek, apoletlerini cilalamak için olduğunu düşünemez bile. Kültürü, eğitimi ve epistemolojik yapısı buna olanak vermez ama, aşk, o nasıl bir şeyse ve nasıl büyülüyorsa insanı -ortak bilinçaltı mı telkin mi hipnoz mu her neyse- vatan aşkı olarak da pençesinde tepetaklak bilinci içinde dünyanın ölmenin öldürmenin erdemine kapılır gencecik insanlar. Mısır Topraklarında Savaş’ın Masrî’si de onlar gibi bir mecbur kahraman, bir mecburi asker, mecburi şehittir. Ama kim mecbur değil diyeceksiniz; kim isteyerek gider savaşa! İnsanın içgüdüleri arasında yaşama güdüsü gibi bir güdü, bir karamelek olduğunu, bunun intihar gibi insanı savaşa da zorlayacağından başka bir şey söylememiştir Freud bile…

Bir farkı daha var: Masrî’nin trjedisi aynı zamanda Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ınki gibi bir şey. Aslında niyazidir, şehid derler de “meçhul asker !” ironisi ona en yakışanıdır. Sırları deşilince Masrî’nin onlardan çok “alavera dalavere Kürt Memet nöbete” deyişiyle birebir örtüşen bir tip olduğu ortaya çıkar. Ve kendini ait hissetmek için, o ruhsuz kimlik belgesinin dışında bir parçası olduğunun tek göstergesi vatan aşkından ve çıplak ellerinden başka bir şeyi olmayan bir mülayim. Babasını üzmemekse aslında bir gerekçe; matruşka bebeğin içinden sonra Umde, daha sonra devletin başı çıkacaktır. Yani nüfuzlu kişiler… Onlardan nüfuzlusu bilinçaltındaki alışılmış yenilgi ve içselleşmiş rıza. Ne kadar direnirse dirensin bitmez düzenlerden birinde tuzağa düşeceğine şaşmaz inanç, dahası kadere iman. Yani içerden dışarıdan kıstırılmıştır Masrî, oyuna boyun büker babası gibi. Antik-Ege’nin kaderden kaçılmaz dedirten tragedyalarına özgü, sözgelimi Agememnon’la celladın önüne atılacağını açıklayamadığını anlayan kızı İphigenia arasındaki gibi bir açmazda... Erdemli olanla yaşamı arasında kalan Philotas’ınkini de andırır; kral babasının açtığı savaşı tam da kazandıkları bir sırada düşmana esir düşer. Rehin olarak yurduna karşı kullanılır. İkilemde kalmıştır hem baba hem Philotas. Vatan mı can mı? Babalık mı beklemeli krallık mı vb… Türkiye’den, hem de yakın tarihten Marsî’nin dramatik hikâyesinin pek çok benzeri anımsatılabilir; ama orasında romanın, gözlerimin önüne gelen Yılmaz Güney’in Baba filminin bir karesi: Yalısında bekçilik yaptığı patronun oğlunun işlediği cinayeti üstlenmeyi kabul eden babanın gözünden akan yaşın kadere boyun eğmekle isyan arasındaki çıkmazın ve vicdanın göstergesi o kare... Kabul edilse bekçi de oğlunun yerine kendini feda edecek, ama böyle bir seçenek yok. Tanrılar Masrî’yi istiyor.

Hz. İbrahim’den ve oğlu İsmail’den mülhem bir dramatik durum. Dünya nüfusunun yarısından çoğunun inanmasından belli ki bu imge ya onunla pragmatik olarak ya da yavrularını yiyen hayvanlarla ortak geçmişte oluşmuş bilinçaltımızın, mazoşist veya sadomaşist genlerimizin marifetidir. Beyni rızanın en alt katmanında ortak bilinçaltı biçiminde Eyyüp sabrının oluşturduğu bir dinsel söylemle kuşatılmıştır. “Baba niye beni terk ettin” diyen İsa kadar da soracak direnci yoktur, babaya kesin itaatla yazgılıdır.

Öyle olduğu için Masrî’nin bastırdığı vicdanını silah arkadaşı dillendirir: “Onun hikâyesinin benim için tek anlamı var: Dünyamızda adalet yok ve eğer insanlığımıza saygı duyuyorsak Allahtan adalet istemeliyiz –eğer o da talebimizi ret ederse başka bir tanrı aramak zorunda kalacağız. Adaletin tek bir anlamı var. Kudret ve kuvvet haklı olan güçsüz bireyin yanında olmalı” dedirtiyor ama, toplumcu gerçekçi algıya yol açacak burada bırakmıyor yazar; takdiri feleğe havale eden bir sonla noktalıyor: “Adalet diye bir şey olsa Allah fakirlere elde etmeye çalıştıkları hakları verirdi. Hak onların tarafında olabilir. Ama hakkın ne zamandan beri iktidar karşısında bir değeri var ki? Hak kendi başına çaresiz elinde tutana geri tepen bir silahtır; tahtadan, kırık bir kılıçtır.”

Masrî’lerin trajedisi ancak bunu görünür kılabilir; ölerek kahraman olurlar; gerçek hayatta değil ama, anlatılarda. Onların uğradığı haksızlığı birileri de ordan alıp praksise aktarır; Masrî ‘yi Umde, Müteahhit, Subay, Arkadaş, Gece Bekçisi ve Müfettiş’ten oluşan bölümlerin hepsinin kahramanı ve romanı olanaklı ve alımlanır kılan kişi olarak, o biri, silah arkadaşı kisvesine bürünen yazar. Biz okurlar için kıssadan hisse kapalım diye…

Tanıtılan Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page