2015 ROMANLARINDAKİ TÜRKİYE
Dünyanın Öyküsü dergisi, 2015
Endüstriyel kapitalist cephenin Sovyet sınırında “yeşil hat” oluşturma stratejileri doğrultusunda önü açılıp desteklenen politikalarının 2003’teki iktidar örgütü AKP, liberal-muhafazakâr çizgisini sürdürürken, özellikle Rojava’daki gelişmelerden sonra Türk-İslam sentezinin güdücüsü rolüne dönmüştür.
AKP’yi iktidara getiren sürecin en etkenlerden biri de hem politika malzemesi hem de iktidardan uzaklaştırılma gerekçesi olan Kürtlerin özgürlük arayışıdır. ANAP; DYP ve Refah partisini bitiren, CHP’yi kıyıya hapseden Kürt meselesini demokrasi içinde çözme vaadi buzdolabına kaldırılmış, Kürtler için “ne verirsem ona razı ol” politikasıyla kendi tasarımı Türkiye’yi kurmaya girişmiş AKP, Kemalist, ulusalcı Cumhuriyet ideolojiyle hantallaşmış devlet kurumlarını partizanca kullanmaktadır.
Bir sağırlar diyaloğu halinde süren polemiklerin görünmez kıldığı can yakıcı gerçekse Türkiye’nin savaş çıkmazına sürüklenmesi. Bunun bir nedeni iktidar partisinin bilinçaltında yatan Osmanlı sınırları özlemi, bir diğer nedeni iktidarın makyevelist politikaları, en çok da Ortadoğu’nun göbeğindeki Kürtlerin özgürlük savaşımıdır.
Bu politikalarla biçimlenen ben odaklı, hazcı, tüketici karakterlerin topluluğu olarak kamusal hayat etki tepki yasasına göre işlediğinden/işletildiğinden karşıtı olarak dinci, ulusçu bireylerin sahnesine dönüşmüş oluyor. Tekno-ekonomik saiklerse Türkiye toplumunu yurttaşlıktan dünyalılığa sürüklüyor. Pozitivist politikalarla işleyen bu sürecin aşındırdığı değerlere içgüdüsel tepki olarak tezahür eden maneviyat ihtiyacının önüne dinsel değerler çıkarılıyor ve iktidar kadrolarının İslamcı bilinçaltıyla besleniyor.
2015 yaz aylarında Suruç’la başlayan sonuncusu geçen ay yaşanan canlı bomba eylemleri, Cizre, Nusaybin, Sur vb kentlerde devletin tank ve toplarla yürüttüğü operasyonlar dolayısıyla halklar arasındaki duygusal kopuş yeni sürecin acı gerçeği. Sözünü ettiğimiz duygusal kopuşun bir nedeni de toplumun geri kalanlarının olup bitenler karşısındaki kayıtsızlığı. Bu son gelişmeler için henüz erken 2015’in romanları için ama, buraya varan sürece tutulan aynada, bireylerin trajedilerine bakıp toplumunkini okuyabiliriz.
12 Eylül
Sıraladığımız nedenler ve sonuçları, taraflarınca tırmandırılan savaş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın fetva makamı konuşlanışı, 12 Eylül’le hesaplaşmanın bitmesi bir yana, devam edeceğini gösteriyor. En azından böyle bir izlenime yol açıyor. Adli, siyasi, sosyal sonuçları ayrı bir alan; asıl olan, olması gereken bu davayı edebiyatın sürdürüyor olması. Belki de edebiyat açısından tam zamanı, duygusallıklarını deneyimlerinin süzgecinden geçirip işin hakikatiyle ölçebilecek ya da sağduyulu olabilecek öznelerin söz alması; yeni değerlerle ve yazınsal perspektifle anlatmayı sürdürmesi bu acılı tarihin romansal hakikatini.
Ece Temelkuran’ın “Türkiye’nin yanlış hatırlama üzerine kurulu, bugünlerine getiren saflık ve masumiyetin katli” ve de “modern dünyanın en başarılı siyasal projesi” olarak anlamlandırdığı 12 Eylül’ü anlattığı Devir’i gibi 2015’in Ansızın Günbatımı(Ayşe Sarısayın), Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz(Semih Gümüş), Aşk Meçhule Yürür(Filiz Özdem), Gece Uyurken(Eren Aysan) romanları da barındırdıkları sözkonusu askeri darbe kesitleriyle sürecin devam ettiğine tanık gösterilebilirler.
12 Mart ve 12 Eylül arası olaylar çevresinde gelişen dönemin dayanışma ve özveri değerlerini mesaj seçmiş, sokak kültürüne de yer veren Segâh Makamı(Esra Kahraman), XX. yüzyılın son çeyreğindeki siyasi olayları bir aşk ekseninde anlatarak 12 Eylül günlerinin İstanbul’undan Romanya’ya, islamçılaştırma politikalarına pencere açan Yalancılar ve Sevgililer(Gülşah Elikbank), 12 Eylül ve eşcinsel bir ilişkiyi de söz arası yerleştirdiği romanında bir tecavüz, bir ‘’gayri meşru’ çocuk ve altı kadının trajedik hayatlarını buluşturan Yokuş Aşağı Portakallar(Zeynep Uzunbay) vb sözkonusu tarihsel kırılmayı gündemleştiren romanlar olarak anılabilirler.
On yıl kadar önce 12 Eylül kuşak romanının yazılmadığına ilişkin eleştirel saptamaya göre belki hâlâ yeterince yazılmadığı söylenebilse de yazılacağının, yazılmaya devam ettiğinin göstergesidir anılan romanlar. Daha o tarihlerde Ayşegül Devecioğlu, Kuş Diline Öykünen romanında zaman olarak seçtiği sözkonusu menfur tarihin edebileştirilmesine Ara Tonlar’da da devam ediyor. Travmanın atlatılmasını bir hatırlama ve unutma meselesi, eşdeyişle bir bellek meselesi olarak saptıyor, “Bir travmatik unutma ki 12 Eylül söz konusu olduğunda böyle, bir büyük unutma söz konusuysa karakterlerimin nefes alıp vereceği atmosferi kurmak, kuşatıldıkları toplumsal koşulları anlatabilmek için daha çok çaba sarfetmem gerekir” diyerek.
Ara Tonlar’ın 12 Eylül 1980’ne odaklanan romanlardan bir farkı o tarihte öldüğü sanılan Demir’in yirmi yıl sonra dönüp geldiği zaman aralığına bakmamızı istemesi. Bu demektir ki Anayasa oylandı, seçimler yapıldı ama 1982’de bitmedi mesele. Romanının kahramanına “ardından gidilecek bir amaç kalmadı” dedirtmiş olsa da bunun şöyle anlaşılmasını ister bir söyleşisinde: “Kesin bir hüküm değil, karakterlerin o zamanki ruh hallerini yansıtan bir cümle.” Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz’a bakılırsa etkinin de tepkinin de tüketilmesi, aşılması gerektiğini, tarihin ve siyasetin gürültüsünden sesi duyulmaz olmuş gerçeğin konuşulması, anlaşılması için henüz erken. 12 Eylül mağduru Sinan’ı yazmak için gittiği kasabada travmanın baskısıyla başka bir şey yazamadığından belli anlatıcının.
Semih Gümüş, daha yazıp konuşacağımızı söylese de yeni kuşak yazarlardan Dünya Bu Kadar’da Mahir Ünsal Eriş unutma meselesini, eşdeyişle bellek meselesini Gölcük depremi üzerinden konu edinmekle, artık bunun zamanının geldiğini, yoksa aradaki sorunları atlayabileceğimizi söylemek ister gibi. Sinan Sülün’ün ilk romanı Karahindiba, başka bir dünyanın varlığına inanan Ali ve arkadaşlarının hikayesi Kırlangıç Dönümü de buradan okunabilir.
Ona da kulak vermek gerek Ayşe Kulin’e de Nihat Genç’e de. Ve hatta alegorik anlatımla sözkonusu süreci destanlaştıran, bu arada Cübbeliler, Kırmızı Sakallı Adam, Göller Ülkesi, Tepe/dağ gibi sembollerinin yoruma olanak verdiği gibi Kürt sorununa, Ortadoğu yangınına, mülteci dramına gönderme olabilecek Özge Sarıoğlu’nun Yangın’ına da...
Kürt siyasetinin meşruiyet savaşımı ve Gezi direnişleri içinde rüştünü kanıtlamış, yaşam hakkını her türlü değerden üstte gören gezegensel perspektife sahip, sanatın insansız olamayacağını, insanın da en sahici hâlinin sanatta görülebileceğini anlamış, bilen bir kuşak var karşımızda. Günümüzün romanları da içselleştirilmiş bu bilince sahip bireylerin kaleminden çıkıyor. Bu bilince bir şeyi daha eklemeliyiz: Gelecek kaygısı. Hem tek tek bireylerin hem de insanın ve dünyanın geleceğine, sona ilişkin karamsarlık ve önsezi olarak. Bu bir apokaliptik fantezi değil artık, görünen köy ama, şirketlerin aç gözlülüğü ve devlet politikaları nedeniyle gündem dışına itiliyor.
Bunlarla da içlenen, bir sanat olarak edebiyat, siyasal ve felsefi yararla estetik hazzı dozunda sentezlemiş yönlendirici bir işlevsellik, bir yönseme içinde gelişiyor diyebiliriz. Postmodern denemelerde, Ahmed Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Oğuz Atay, Orhan Pamuk ve Hasan Ali Toptaş vb yönlendirici önermelerden özenle kaçınanlarını da Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mehmet Eroğlu, Murathan Mungan gibi yazarların yönsemesini de deneyimlemiş bir uzamın yazarları olarak Aslı Erdoğan, Murat Uyurkulak, Sema Kaygusuz, Ayhan Geçgin, Ayşegül Devecioğlu, Burhan Sönmez, Faruk Duman, Yavuz Ekinci anılabilir. 2000’lerde kendini gösteren bu yazarların yenilere, eskilere ve de eleştirmenlere hiza mesafeyi gösterdiği de söylenebilir.
Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız, Sadık Aslankara’nın Le romanları vb bu yazarların merkezkaç kuvvetiyle açıklanabilir. Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı ve Ayşe Kulin’in Tutsak Güneş gibi siyasal romanları ise daha çok son çeyrek yüzyılda sistemi kuşkulu kılan aktif ve pasif direnişin, entelektüel açılımın farkındalığına bağlanabilir. Kastettiğimiz etki alanında Sema Kaygusuz, Yüzünde Bir Yer’de unutmanın kaçışını romanlaştırır, Ece Temelkuran, Devir’de hatırlamanın öznesi olmayı; İstanbul İstanbul’da Burhan Sönmez, yeni bir bakışaçısıyla ikisini de harmanlar.
Unutma, hatırlama ve kıyımlarla yüzleşme yılı kılınması beklentisiyle Ermeni Soykırımının yüzüncü yılında, yayınevleri “bir daha asla” yönsemesi doğrultusunda pek çok araştırma inceleme yayınladı ama, romanları yine yetersizdi. Kanaviçe(Bahadır Yenişehirlioğlu) bugünün olaylarından kalkarak Kütahya mutasarrıfı Faik Ali Bey, Ermeni Ani, Aram ve yalnız bir adam olarak Mert’in hikayesini Van’da başlatıp Kütahya ve İstanbul’dan içine alarak 2015 felaketine götüren romanından başka roman yazılmadı sanırım. Ortadoğu’da olup bitenlerin ve kırk yıldır düşük yoğunluklu iken bölgeye yayılan, kimilerinin III. Dünya Savaşı dediği boyutlara karışan savaşın bir yanımızı yakıyor olmasına karşın öbür yanımızdaki empati yoksunluğu, açıkçası kayıtsızlık onun gibi bir sorun olarak değerlendirilebilir. İster sorumluluktan kaçış densin ister tanıklık, romanların da bunu paylaştığı söylenebilir.
Savaşmayan ve savaştan zarar görmeyen ama savaşı savunmuş, savunanların öncesinde de sonrasında da dümenini yürütenlere, işsiz, evsiz, babasız, göçün, mülteciliğin acılarını yaşayanlarla savaşı bir masal gibi dinleyip anlatanlar arasındaki çelişkiye bakmamızı sağlayan, yıldızlara emanet edilmiş babası Ömer’i özleyen bir kız çocuğunun gözüyle anlatılan savaş eleştirisi Babamın Ardından(Müge İplikçi) romanı kendi görevini yapmış olabilir ancak, bu kadarıyla yetinemeyiz. Ayşegül Devecioğlu’nun “yazmayı düşündüğüm bir şey var Kürdistan’la ilgili ama bunu kendime bile söylemeye cesaretim yok henüz” dediğine bakarak henüz yazılmasına yetecek öznesini yaratamamış ya da edebiyatın böyle bir sorumluluğu yoktur diyerek otuz beş yıldır süren savaşın kıyısında kalmasını geçiştiremeyiz? Burası aslında edebiyatın kalem oynatacağı bir alan. Gündelik koşuşturmalara kapılmış, savaştan yalıtılmış gibi yaşayan özellikle ülkenin Batı’sının görmezden geldiği ve görse de sıradanlaştıran kayıtsızlığı, kavram kargaşası anlamında mayınlı oluşuna bağlanabilir. Kanımca tarihsel önyargı, oryantalist bakış da etkilidir Türkiye’nin doğusuna bu soğukluğunda.
Ama artık Kürtlerin özgürlük mücadelesini de içine alan dolayısıyla onunla ve Kürtçe edebiyat sınırlanamayacak kadar büyük bir olayla karşı karşıyayız. Savaş tanımını aşan uygarlık travması boyutlarıyla diyebiliriz ki bu gerçek bir dünya savaşıdır. Hatta da diyebiliriz. Rojava(Kobanê) direnişi bu bağlamda alegorik olarak dünyalar savaşı gibi cereyan etti: Gerilla kadınların kurşunuyla ölürse şehit sayılamayacağını düşünen fundamentalist IŞİD’e karşı topraklarını savunan Kürtlere dünyanın dört bir yanından katılan seküler destekçilere bakılırsa Batılı hayat tarzının mevzisi olarak değerlendirilebilir.
İşte bu nedenle yazılagelen hamaset edebiyatı beklentiyi karşılayamaz. Hakikat ve sağduyu diliyle konuşacak romanlara gereksinme var. Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ü bu umudu veriyor. Gezi Direnişi’yle başlayıp “eskiden ben neydim?” sorusuyla Kürt gerillalar arasına karışan romanı sürecin Batı’dan görünüşünün alegorisidir denebilir.
Kuşkusuz hayat savaştan ibaret değil. 2000’lerin romanları çeşitli yataklardan beslenerek aktığı 2015’in deltasına bakılırsa –elbette ki 2013 veya 2016 çok farklı olmayacaktır- hem biçim hem içerik olarak Geçgin’in metaforunu kullanarak diyebiliriz ki geldiğimiz ve gitmekte olduğumuza ilişkin önemli işaretler de barındırıyor. Geçmişin sonucu olarak bugünümüz geleceğin nedenlerinin ipuçlarını verebilir okumasını bilenlere. Gece Uyurken’de Eren Aysan’ın dünyayla entegrasyona, Menekşe Toprak’ın Temmuz Çocukları’nda sorunlarına bakmamızı sağladıkları, AB’ye uyum yönünde gerçekleştirilen düzenlemeler, kapitalist kalkınmanın eşitsiz yasasının sonucu yapılarıyla ve bir türlü kentlileşemeyen demografik yapısıyla şişen kentler dolaylı ve doğrudan sözkonusu aynada görülebilir.
İçerik:
Bir kent kültürü türümü sayılan romanın Türkiye’de henüz kent ve kentli sorunlarını yeterince işlediği; bugüne dek kenti mekan seçmiş romanların çoğunun köylü kalmışların hikâyesi olmaktan öteye gitmediğini söyleyenler pek de haksız sayılmaz. Kent denince akla İstanbul’dan başkasının gelmemesi ya da dışındakilerin taşra sayılması ayrı bir sorun; ama, Dünyaya İkinci Geliş yâhut İstanbul’da Neler Olmuş, (Ahmed Midhat Efendi ) İstanbul Bir Masaldı(Mario Levi), Masumiyet Müzesi, Kafamda Bir Tuhaflık Var(Orhan Pamuk), Beyoğlu Rapsodisi’ne(Ahmet Ümit) 2015’te eklenen İstanbul İstanbul(Burhan Sönmez) Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’undan sonra bu kenti bir şehrengiz gibi kahraman hâline getirmekle ve kentin iki yüzünü bir kesitte vermekle, daha önemlisi romanımızda bir kilometre taşı olacak niteliğiyle unutulmazlar arasına katılacak romanlarından 2015’in.
Bu konuda yılın Bultimar(Kaan Murat Yanık) çarşafa girip İstanbul sokaklarını gözlemleyen bir erkek psikyatrın yanlış zamana düşmüş olduğu sanrısı üzerinde gelişen romanı anılabilir. Ve onun gibi İkircikli Biricik; gerilim unsuru, kentin, mimarinin de dilin ironisine katıldığı anlatısı İlhami Algör’ün. Bir polisiye ama yine bir kentleşme, özellikle rant hesaplarıyla yapılan çirkin apartmanlara ilişkin Sen Ölürsün Ben Yaşarım(Celil Oker), işkencede öldürülmüş bir cesedin kimlik araştırmasıyla sürükleyici bir derin devlet ve ajan hikayesine dönüşen Kilit Operasyonu(Cenk Çalışır) toplum eleştirisini bir cinayet dolayımında anlatan bir alegorik yapıt, aynı zamanda çarpık kentleşmeye dikkat çeken Annemin Öğretmediği Şarkılar’a(Selçuk Altun) yalnızca mekan işleviyle katılan şu romanlar da eklenebilir: Simsiyah, (Bülent Çallı), Ansızın Günbatımı(Ayşe Sarısayın), Aşk Meçhule Yürür(Filiz Özdem),Ölümsüz Hüzünler Kitabı(Tekin Budakoğlu), Alocu Tilki’nin Serancamı(Emrah Polat), Gece Uyurken(Eren Aysan)
Yol Boyu Gölgesiz(Selami Karabulut), Kuzgunkara ve Bir Romanın Savunusu (Turan Dağlı), Kiraz ve Eğer(Alper Akçam), Köpekler İçin Gece Müziği(Faruk Duman) köyle kent arasındaki bireye odaklanmışlardır. Nergis(Turgut Ulucan) ise Fakir Baykurt çizgisinin onu aşamayan bir devamı olarak bunlar arasında örneklenebilir.
Kadın:
Aşk Meçhule Yürür, Ansızın Günbatımı’nın kentli kadının sıkıntılarını anlatırken Nergis’in bir alevi köyünde kadın üzerindeki toplumsal baskıyı ve Nergis’in intihar süsü verilmiş ama cinayet olan ölümünü anlatması yılın kadın cinayetlerine dikkat çekmesi bakımından da anılabilirler. 3 kadın 1 Ölüm 1 Sır, Lütfiye Pekcan’ın gazetecilik deneyimlerini bir cinayeti romanlaştırdığı ama kadın mücadelesine de gönderge oluşturduğu romanı. Köpekler İçin Gece Müziği’nin Kara Zühre’si Türkiye’de dilsizleştirilmiş kadınların simgesi olarak okunabilir. Onların yanında kentli ve entelektüel kadını olarak Ansızın Günbatımı’nın ressam, öğretmen, modern Şahika Güner’i anılabilir. Gece Uyurken’in Gazel’i de dünyalısı onların.
Mecnun Kelebekler(Sibel K. Türker) ev işlerine giden bir kadın çevresinde gelişen olaylar, kadın sorunlarını, Cüceler(Neşe Cehiz) ev içlerini, kadınların sorunları eleştirel ve alaysamalı ele alır, ev hanımının alıp başını gidişini bir başkaldırı gibi anlatır. Babanın Adı Var(Talip Emiroğlu), bir babanın dramı çevresinde gelişen bir aile hikayesi, bu bağlamda toplum eleştirisi. Kravatlı Mavi Sakal(Sanem Bozkurt) plazalarda çalışan, yaşayan ve evlenmek isteyen kadınların ve orta sınıfın sorunlarına pencere açan bir roman.
Gezide Dört Kadın(Sema Fener) bireysel olanla toplumsal olanın arasında kadının psikolojik hallerini anlatırlar. Erkekliğin de kadınlığın da erkek bakışından kaynaklandığını ve bu bakışın doğanın tüketilişinin de nedeni olduğunu ironileştiren kesitleriyle Barbarın Kahkahası burda da anılabilir.
İki eşeğin kendilerine dayatılan yaşam biçimine karşı kalkıştıkları değişim içinde aslana dönüşmelerini ahlak sorunsalıyla işleyen Belkıs(Orhan Çetinbilek), onun gibi felsefi sorunlarını, düşünce suçlusu ilan edilip rüyaya sürgün birinin hikayesi çerçevesinde tartışıldığı fantastik Uyku(Hüsnü Arıkan), tinsel değerlerin aşınıp maddiyatçılığın öne çıktığı günümüz kültürüne yönelik eleştirisi ve tinsel değerleri tasavvuf söylemselliği içinde işleyişiyle dikkat çeken Şanzelize Düğün Salonu(Tarık Turfan), eşcinseller, sokak çocukları, deli doktorlar, psikolojik sorunlu kadınlar, mafia, engelli, köpek, kedi vb karıştığı hikayesi Ankara ve Konya’da geçen, Sevinç Kuşları(Sezgin Kaymaz), hem kente ve apartmana hem de kentin aşıdırdığı değerlerin yerini alan değersizliğe karşı dostluğu gösteren ama onun da kolay olmadığını dolayısıyla kendi üzerine düşünmeyi öneren arkadaşların arkadaşlığın öyküsü Yalnız Olmuyor(Ümit Kıvanç) 2015’in anılmaya değer romanlarına eklenebilir.
Tarih:
Aşk denince erkekten çok kadının akla gelmesi gibi roman da aşkı akla getirir. Aşk, çoğu zaman romanların hem uzamsal bir alaşımı, hem açık kahramanı hem de gizli öznesidir. Ve kolay bir gerilim unsuru. Bu nedenle pek çoğunda aşk var ve elbette Rönesansın Son Günlerinde Aşk(Tarkan Elsoy), Hoşça Kal Milano, Hoşça Kal Aşkım(Özlem Kumrular) gibi romaneskler bu yıl da bolca yazıldı ve de yayınlandı. Bu tür romanların gerçeği makyajla görünmez kıldığını, böylece politik işlevsellikleri bulunduğunu anımsatalım bu arada.
Aşkın bir gerilim unsur olarak kullanıldığı, bir başka deyişle de aşk dolayımında başka bir amaca yönlendirici bir roman olarak Ahmet Altan’ın Ölmek Kolaydır Sevmekten romanı -aslında bir tarihsel roman- bir dörtlemenin üçüncüsü olup bir ailenin gözünden 1912-1913 yıllarının olaylarından İstanbul’daki kolera salgınına, Bâb-ı Ali baskınına ve Balkan Savaşları’na odaklanmış. Bunların üstündeki katmanı İttihat ve Terakki’nin otoriterliği, basın üzerindeki baskı, devlet kurumlarının bu partinin baskı ve sömürü aracına dönüşmesi gibi olayları yansıtması, bir anlamda anımsatmasıyla bugün iktidarın ülkeye yaşattıklarına ve tarihin gerçeğini bilmeyenlerin tarihi tekrar edeceğine ve ancak gerçeği tarihin öznelliğine karşı edebiyatın bize duyumsatma gücüyle bilebileceğimize bir gönderge metin...
Altan’ın niyeti bu olmasa bile resmi tarihlere tarihsel romanlar da eklemlenip onun ideolojiye ve bilince katılmasında işlevsel olabilirler; olmaktalar, ama, aynı yöntemle edebiyatı tarihin aracına dönüştürme, tarihle sorununu edebiyat içinde çözümlemeye kalkışma çabaları, büyük ulusal anlatının değirmenine su taşıyan her zaman olduğu gibi bugün de pek çok romanla örneklenebilir.
Mustafa Kemal önderlikli kuvvetlerle Yunanlılar arasındaki savaşı arka plana alan Kıllıoğlu Hüseyin Efe’nin kahraman olarak öne çıkarıldığı yarı belgesel romanı Ahmet Zeki Muslu’nun Mor Cepkenliler’i, “kendi kendinin efendisi” ama, düzen sahiplerinin korkulu rüyası toplumsal eşkıya potansiyeline dikkat çekse de geleneği Kuvva-yı Milliye ve millli mücadele söylemine boğmakla romanın da efe geleneğinin de manipülasyonuna katıldığını söylemeliyim.
Yelkenine buralardan rüzgar dolduran büyük ulusal anlatının ortak bilinçaltı durumuna sokmada oldukça hünerli olduğu bir diğer konu da Balkan’lardaki ulusçu hareketlerin baskısıyla Anadolu’ya göçertilenlerin romanlaştırılan hikâyeleridir. Ahh Rumeli(Yılmaz Gürbüz) bunlardan biri 2015’te yayınlanan. Geleneksel tahkiye/anlatıma, bilgi aktarımına dayalı, yazınsallığa uzak politik tepkici dille yazılmış yarı belgesel bir roman. Sakine Hanım çevresinde gelişen Joseph Nashi, Mesrure, Selim bey, Kosta adları çevresinde Balkanlar’da başlayıp İstanbul’da sonlanan bir metin. Romanlardan bir gurubun Erzurum’dan İstanbula göçünü, yollardaki sefaletin, yoksulluğun yansıra doğal afetlere, ama en önemlisi ötekileştirenlere karşı savaşımlarını işleyen Çeribaşı Rüstem Aga/Erzurum’dan İstanbul’a Bir Göç Hikayesi(Cemil Akmaca) de onun doğu versiyonu gibi.
Aynı kategoride örneklenebilecek bir diğer metin Aluşa’dan Esen Yeller(Serra Menekay) 1943’te Kırım’da başlayıp günümüze uzanan bir ailenin göç hikayesi. Almanlar Kırımı işgal etmiştir. Anlatıcı, kahramanlarından Bilal’in Rusya karşıtlığını, öne çıkarırken Almanlarla işbirliğinin yurttaşı olduğu devlete ihanet sayılabileceği olasılığını bile düşünmeden mağduriyetini vurgular yazınsal dile uzak düzçizgisel anlatımıyla. Murat Kınıkoğlu’nun Ortaasya’nın 1400 yıl öncesine götüren fantastik romanı Bozkırın Efendisi de anılabilir bunlarla.
Aslında Kemal Tahir, Tarık Buğra, daha sonra Orhan Pamuk’un başarılı romanlarına Gürsel Korat gibiler de eklenmişti; ama, yine de ilklerini Halide Edip Adıvar, Ömer Seyfettin, Turgut Özakman vb yazdığı bu çizgideki romanlar tarihsel gerçeklikten ve yazınsallıktan uzak romanlar; aile tarihi olmakla yetinseler, büyük ulusal anlatıyı desteklemeseler de resmi tarihin değirmenine su taşımış olurlar.
Bildik tarih yazımlarının ters yüz ettiği tarihi ayakları üzerine oturtmak için büyük ulusal anlatıyı kurgu sökümüne uğratacak ötekinin romanını yazmaya soyunanların da bunlardan pek farkı olmamakta çoğu zaman. Teknik zaaflarıyla birlikte karşıtına dönüşüp genellikle hamaset edebiyatına kapılmaktalar yukarda andığımız üzere. Bu bağlamda konusu ve olaylarıyla iddialı görünen gerillaları insani yönleriyle ele alan Brindar(Abdullah Ataşçı) ve 1999’da Diyarbakır dağlarında donan on iki gerillanın hikayesi olarak Zemheri(İsmail Biçen) anılabilirler.
1938 Dersim katliamını olay olarak seçmiş Karıncanın Boğmadığı/Bir Dersim Masalı’da bunlara eklenebilir. O günden bugüne uzanan süreci düzçizgisel yarı belgesel bir biçimde anlatan bir roman. Dersim sürgünü Cemal Süreya’nın “tarih öncesi köpekler havlıyordu/aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler” dizeleriyle giriyor söze Mehmet Yıldız. Kürtçenin Dimili lehçesinin eriyip gitmesini izlek edinmiş olarak 1970’lerin sosyalist savaşımı içinden konuşuyor. Sayder beyin olayı araştırmasıyla sürüyor.
Bu tür romanlar için Freud’un “bastırılmışın geri dönüşü” dediği Orhan Koçak’ın ifadesiyle “bu susturulmuşun retroaktif hak talebi olarak yorumlanabilir.” Olağan koşullarda konuşmayan sözlü tarihçi, Rayver Soshen alzheimere yakalınca derlediği bilgileri Sayder’e, Ana Tozike’e gönderilir. Ses kayıtları 70’li yıllarla 30’lar arasında gerigidim ilerigelimler biçimindeki alzheimer konuşmasıyla bir buluş gerçekleştirmiş Yıldız, Dimilice’nin yasaklılığının nasıl bir travma olduğunu anlatmak için. Ama, edebiyat yalnızca buluş olmayıp deneyim de gerektirdiği için bu buluş yazınsal bir dile ve kurguya dönüştürülememiş. Dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye’sinin Dersim’i yalnız 1938 katliamıyla değil, onun kadar önemlisi gözardı edilen tam da edebiyata göre bir konu olan dil yasağının anlatılma olanağı yakalanacak iken kaçırılmış.
Buket Uzuner ise hamaset ve kahramanlığa yüz vermeden tarih bilincini başka bir yerden kurmayı deniyor. Güncel ile tarihseli harmanlıyor. Gazeteci Defne Kaman’ı aramaya koyulan Komiser Ümit Haydar ile Sahaf Semahat ana karakterlerine uygur yazısını ve Sahaf Semahat’in bir beyit okuyarak tutulduğu ve yanı başından ayırmadığı Kutadgu Bilig’ini de katmış. İç sav taşıyan Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları/Su romanı Mevlâna’dan bir meselle bilgeliğe ilişkin bir önermeyle sona eren, zaman zaman Kutadgu Bilig’den beyitlerin, önermelerin de araya girdiği, eko- feminist bir uyarıcı mesaj yüklenmiş. Bir metinlerarası deneme, bir kayboluş ve bulunuş hikayesi. Fantazya ile tarihselin gerçekçi bireşimi bu denemesi Uzuner’in çok katmanlı yapısıyla tarihe farklı bir yaklaşım önermiş oluyor.
Bin Yıllık Hemşeri(Halil Babilli) Meryem Ana’nın marifetiyle 1430’da dünyaya gelmiş Theo’nun ruhunu bir gelincikle hikaye hikaye çağdan çağa taşıma denemesinin akla getirdiği gerçek şu ki günümüz tarihin güncellenen bir sürümüdür ve gerçeğimiz sürgünü… Tarihin nerelerindeyse oradan yola koyulmadıkça yanlışlarımızı bilemez, demokrasiyi anlayamaz, kendimizi bilemez, özgür bir gelecek tasarlayamayız.
Bunun yolu da belki geçmişte atalarımızın dinden dine geçmiş olabileceği duyarlılığına sahip olmak. İstanbul’dan başlayarak uluslararası mekanlara yer verdiği Bana Yardım Et(Aslı E. Perker) İran’da doğuş yeri de sayılabileceği için pekçok romancının başından beri işleyegeldiği reenkarnasyona yer veren bir roman olarak bu arada anılabilir.
Bir romancı yaptığı işe toplumsal değer yüklüyorsa bu sorumluluğu gözetmesi kaçınılmaz. Tarihten hortlamışcasına Irak Şam İslam Devleti(IŞİD) Ankara’ya kadar gelmişse, roman bunun nedenlerini gerilim konusu yapmak, geçmişi doğru yerden okuyup hakaniyetle yerli yerine koyacak, gelecek için bir uyaran olmaktan alamaz kendini. Toplumcu gerçekçi olması koşul değil ama, eleştirel gerçekçi bir konuşlanışla harekete geçecektir. İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı(Nihat Genç) nerdeyse yazınsal dolayıma başvurmadan cepheden bir fotoğrafını alıyor vahşete varan örgüt eylemlerinin beslendiği İslamcı cenahta olup bitenlerin. Kendi halinde Müslümanların siyasallaşması ve zenginleşmesine pencere açan bu politik romanında dinin ve dindarın nasıl kullanıldığını, paranın nasıl baştan çıkardığını, politikanın samimi Müslümanı nasıl canavara dönüştürdüğünü anlatıyor Nihat Genç. Tepkici dili dolayısıyla duygularını işe karıştırdığı söylenebilir, ancak politik bir roman olarak sözünü ettiğimiz yükümlülüğünün bilinciyle bir değer yakaladığı yadsınamaz.
Ahmet Ümit’se Elveda Güzel Vatan romanını, Osmanlı İmparatorluğunun çözülüş günlerinden söze başlayıp Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından geçirerek bir soruya dönüştürmüş. Enver Paşa’nın ihtirası ve devletin iflasını İttihat ve Terakki üyesi Şehsuvar Sami’nin hayal kırıklığı ve pişmanlığına büründürerek ilerleyen romanın bildirisini sormaktan kendimizi alamayacağımız sorusu şudur: İnsan mı vatan mı? Yanıt, komitacı Sami’nin hâl-i pür melalidir.
Kuzgunkara ve Bir Romanın Savunusu, bu soruna bir imam üzerinden zaman zaman araya ayetler koyarak yan olaylarla işarette bulunuyor. Aynı tutumu bir polisiye gibi görünen aslında felsefi diyebileceğimiz Mükemmel Katilin Peşinde(N. Ahmet Erözenci) romanı da gösteriyor. Yangın’sa(Özge Sarıoğlu) yukarda da andığımız gibi bu tırmanışın nerelere varabileceğini destansı bir kurguyla anlatmış. Aynı kaygıyı duymaya başlamış olmalı -Bosna’yı mekan seçtiği Sevdalinka’yı saymazsak- politikaya bakmaya olası o geleceği anlatmaya koyulmuş fantastik romanı Tutsak Güneş’te Ayşe Kulin.
İslamı mülkiyetinde sayıp istismar edenlere, halka karşı kullananlara bir refleks diyebileceğimiz Tutsak Güneş romanı Nevval el-Saddavi’nin İmam’ın Düşüşü’nü anımsatan imgeleriyle özellikle Ramaların uygulamaya geçirdiği rejimi şunu düşündürecektir okura: Fanatik fundemantalizmin anaforuna kayıyoruz.
Tutsak Güneş, Hınç Devri ve Uyanış Devri gibi iki bölümden oluşan ve ara başlıklarla kurgulanmış fantastik kurgu ve alegorisi; isyana gelmiş halk, ölen tiranın yerine geçen oğlu Beyaz Saray’da oturan Uluhan’ın geçmişi unutturma politikaları, algı yönetimi çalışmaları vs anlaşılacağı gibi günümüze göndermelerde bulunuyor. Olmayan bir yer Ramaniz Cumhuriyeti’nde dinsel iktidar polis devleti kurulmuştur, kara bir gökcismi(doğanın yıkımını da simgeleyen) gibi güneşi görünmez kılan. Güneşsiz bu dünya buzlarla kaplanmış. Kadınlar, tam denetim altında, en makbulü beş çocuk doğuranlarıdır. Yuna(yazarı andırıyor) bir bilim kadını olup daha önce sistemle uyumluyken muhalefete geçmiş egemen kılınan bu karanlığın yarattığı uyuşukluktan uyanmanın yollarını araştırıyor. Odelya ise muhaliftir zaten, sisteme direnmekte. Temur’la aşklarının da karıştığı Tutsak Güneş’te Ayşe Kulin toplumcu gerçekçi bir tonda iyimser olunacak bir sonla “küllerinden doğacak özgür, bir hukuk devleti” vaadiyle sonlandırıyor romanını.
Resmi dediğimiz baskın tarih olgulara dayalı değil olaylara ve retoriğe dayalı tarihtir; gerçeği duyumsanır kılabilecek tarihse metaforların tarihidir; bilincin evriminin tarihidir, ama aynı zamanda biçimlerin evriminin tarihidir. Evrim perspektifinde olguda bireşime gelen olaylar çağdaş biçimlerini bulduklarında bilinç değişimine yol açarlar. Ahmet Altan’ın dediği gibi “gerçekler tarih kalabalığının ardında saklıdır, edebiyat o gerçekleri nerede araman gerektiğini söyler.” Semih Gümüş’ün sözcesiyle “sıradan insanlar olarak görüp yaşadığımız hayatın aslında ne olduğunu bize edebiyat gösteriyor” demektir.
Genel Değerlendirme:
Aslında edebiyat diye ayırdığımız şey öznel bir soyutlamadır; Ara Tonlar’da, “söylendiği gibi hayat ve hikâye arasındaki sınırlar çok uzun zaman önce kayboldu, yaratılan hikâyeler hayata hayat hikâyelere karıştı. İyisi mi kaybolan sınırları bulmaya yeni sınırlar çizmeye çalışmayalım” diyen Ayşegül Devecioğlu’nun saptaması ve önermesini bu açıdan dikkate almak gerek; çünkü, modernleşenlerin gerçeklik algısı değişirken arkaik ve klasik çağların değerlerine takılı kalanlar oralardan kalma meseller/anlatılarla aralarına sınırlar koymadılar. İnanç mutlak hakikat üzerinden kurgulanmıştı, mit motoriği buradan yakıt ikmali yapıyordu. Daha açık söylemek gerekirse dinsel meseller her dem taze kan sağlıyordu bağlılarına. İslamcı Erol’un çıldırması da bu gerçeklik algısıyla tarihten bugüne gelememesi, bugünün gerçekleriyle çatışmasından kaynaklanıyordu.
Bu demektir ki trivial romanslar dinsel mesellerin düzçizgiselliğinde kolay algılanır, alımlanır, retorik gibi doğrudan bir ajitasyon olanağı sağlıyor, ayrıca kimi zaman “hayata dipnotlar düşmekten öteye geçemeyen, ölüm karşısında hep maske” takmakla sınırlanmış olabilir; kalıcı olacağın esas meselesi ise metaforları, biçimleri çağdaş estetik değer durumunda etkin kılmaktır. Bu uzun erimli dönüşümü gerektirir elbette ama, bunları dozunda sentezlemek bugün için mümkün. Belki de toplumcu gerçekçiliğin ve estetizmin okura uzaklığı burada buluşan romanlarla aşılabilir.
Son yılların romanlarının bunu ne kadar başarabildiği 2015 aynasının niteliğiyle ilgili aynı zamanda. Yazınsallığına ilişkin romanların, arayışı hemen göze çarpıyor. Aynı zaman diliminde bu kadar değişiklik ve yeni biçimler, kurgular, anlatım teknikleri arama, deneme telaşı yazarın albeni edinme niyetine bağlanabilir; ancak belirleyiciyi temel etken tüketim toplumunun ben odaklı hazcı karakterlerinin değişen beklentisidir. Çünkü, her gün bir yenisi hayatımıza karışıyor buluş ve icatların ve hızla eskiyor yenice edindiğimiz hazlar. “Dünya bir hazlar bahçesi” ve poetika buna ayak uydurayım derken içerik ve biçim denemeleri at başı gidiyorlar. Bu izlenimin ve önermenin yazın eleğinin üstünde kalan romanlar üzerinden oluştuğunu ama, kimi ilk romanların ya da henüz eleştirmenlerin masasına ulaşamamış romanların tanıklığıyla destekleneceği beklenebilir.
Kısaca birkaç örneği anmak gerekirse, araya şiir dizeleri ve Güner karakterinin günlüklerinden aktarmalara yer verilmiş şiirsel anlatımıyla Ansızın Günbatımı, akıcı anlatımı ve alegorisiyle Yangın, kışkırtıcı ironisi, dozunda fantastik hikayesi, sözcüklerle, hamur gibi oynayışıyla, Kuzgunkara ve Bir Romanın Savunusu, düzçizgisel olağan anlatımına karşın dili ustalıkla kullanması, aynı zamanda hikaye anlatımını ilginç kurguya dönüştürülmesi, kendi hikayesini bestelemek isteyen operacının yanında piyanoyu kahraman olarak hikayeye katması ve en önemlisi sürecin kendisini anlatıya dönüştürmesiyle Fatih Balkış’ın Baht Dönüşü, romancı Cahit Doğanay’ın romancı Mesud’u anlattığı Hindi romanı çevresinde, onun çözümlenmesi odağında geliştirilmiş ilginç bir roman deneme olarak Hindi’nin Ruhu ve sembolik anlamlar için Hindistan’dan aktarılmış bir mitoloji kahramanını Marut Safil’i ve gri köpek hayaleti kahraman adı olarak seçmesi, kayıp ruhların kimliklerine cevap aradıkları bir Hurufi bilgenin vereceği cevabın ardında gelişen olaylarıyla fantastik kılınmış Şanssızlıklar Komedyası/Ara(Ali Hanbay) bir mizah yazarı çizeri de olan Tuncer Erdem’in sayfaları arasına desenler de koyduğu romanı Uzak Kış Kayıp Güz vb anılabilir.
Romanın aranışı olarak adlandırdığımız biçim deneyleri arasında Mahir Ünsal Eriş’in Dünya Bu Kadar adlı romanının da altı çizilmeli. Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde, Olduğu Kadar Güzeldik anlatılarının adından da anlaşılacağı üzere farklı bir yerden okuru kendiyle ülke gerçekleriyle yüzleşmeye çağırıyor. Gölcük depremi eksen anlatı gibi, yan olaylar bunu anlatırken öyküleşiyor birlikte romanlaşıyorlar. Yazınsallık derdi taşımayan samimi, sahici bir anlatımıyla dikkat çekiyor.
Sema Kaygusuz’un farklı türleri anıştıran dramatik kurgusuyla “farklı hikâyelerdeki dertlerinin yanı sıra yazmaya, hikâye etmeye, doğru zamanda anlatmaya, susmaya dair meselesi olan” Barabarın Kahkası, Ercan Kesal’ın Nasipse Adayız, Barlas Özarıkçı’nın Kaçkınlar Kahvehanesi romanlarında da bu birbirine dokunan, bir birini destekleyen hikayeler toplamıyla kurgulanmış roman tekniği karşılaşıyoruz.
Usta yazar Mario Levi, Bu Oyunda Gitmek Vardı’sı, yazıyı okur yazar oyununa çevirmeye çalışan bir deneme. Adını da öyle koymuş: bu oyunda gitmek vardı/Oyun-Roman-Komedi, 3 perde. Bir şey daha eklemiş Levi: “Yazar tarafından sansürlenmiş düzeltilmiş baskı. Ark kapakta da bu oyunun sadece bir aşk hikayesi olmadığını, doğrularından kuşkuya kapılmak istemeyenlerin, huzurunun bozulmaması için kitabı okumadan bırakmalarını öneriyor ve şunlar yazılı: “Hikayedeki oyuncular uyarıları dikkate almadıkları için bu oyunun içinde kaldılar. Neyin, ne zaman nasıl biteceğini de bilmiyorlar.”
Basit Bir Es(Enis Batur ), Ansızın Günbatımı, Ölümsüz Hüzünler Kitabı Hindi’nin Ruhu(Ersan Üldes), Kuzgunkara ve Bir Romanın Savunusu, Kiraz, Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz yazma tekniğinin bir ereği olarak anlatıcıyı kahraman seçtikleri gibi anlatım teknikleri de deneyen romanlar; ama, kimileri yazma, yaratamama, kimileri Son Roman(Zafer Berke) gibi yayınlayamama sıkıntılarını da anlatıyor.
Faruk Duman’ın Köpekler İçin Gece Müziği, masalsı şiirsel anlatımıyla Yaşar Kemal’in bir yeni sürümü sanki; öyle sahici, canlı, yarattığı okuru içine alan öykü boyutlarında ama, nerdeyse her cümlesi insanı başka öykülere sürükleyen bir roman. Burhan Sönmez’in dilin ve hikâye etmenin sonsuz olanaklarını gösteren İstanbul İstanbul’u hapishane ve İstanbul edebiyatının klasiği olabilecek bir yere konabilir.
İncir çekirdeğine sığdırmaya çalıştığı Dersim sürgünü Besê’nin suskunluğundan Barbarın Kahkahası’nda da yine öyle bir yerden, Turgay’ın denize işemesi gibi sıradan bir olaydan aldığı sözü Sema Kaygusuz, bu dünyada kirlenmeyen ne kaldı ki demeye getiriyor. Gören kadınların trajediye dönüştürdüğü olayı doğu ve batının mitlerinin göndergeleriyle ve de dile hakim bir bilgelikle ironileştiriyor. Esas kirlenmenin toplumsal çürümede aranması gerektiğine işarette bulunuyor. Olması gerektiği gibi, ustalıkla. Eski edebiyatta tecahül-i arifane denilen sözün nereye varacağını bilir bilmez görünür bir tarzda hem Ermeni hem Kürt hem de kadın cinayetlerinin birer katliam olduğuna bilgece göndermeler yüklediği Barbarın Kahkahası’na Ayşegül Devecioğlu’nun Kuş Diline Öykünen romanının devamı gibi görünen, dokununca kaybedilmiş bir devrimin yitip gitmiş kahramanlarını, dahası o ütopik zamanı kahramanlaştırmak istediği, “bu kayıp zaman, anlatılmayan bir hikâyenin, ama hikâye edilen bir hakikatin sebebi” ve dilini nasıl bulacağına ilişkin usta işi Ara Tonlar’ı, onlara Kuzgunkara ve Bir Romanın Savunusu, Hindi’nin Ruhu eklenerek anılabilir 2015’in romanları arasında.
Edebiyat ve roman adına umutlu olabileceğimiz bu romanları bir puzzl gibi düşünecek olursak kendi bütünlükleri içinde ve parçaları ortak paydada bir yere yerleştirildiğinde karşımıza çıkan Türkiye manzarası güven ve mutluluk veren bir manzara değil.
Ekonomik sorunlardan da en yakıcısı, kadın cinayetleri, kadınların sorunlarından da geniş yer tutan Kürtlerin savaşımı nerdeyse siyasetin tümünü belirliyorken gerçek hayattaki baskınlığı oranında yer almıyor romanlarda. İdeolojik politik dinin, dini istismarını sözünü ettiğimiz romanların dikkat çekmesinin dışında göremiyoruz.
Bunlar birer saptama, romana kendi olmaktan başka bir işlev yüklediğimiz anlamı çıkarılmasın. Belirtmiş olalım: Tarih güncele kapılırsa kendini kaybeder; edebiyat da öyle. Demek istediğimiz ne bunlar ne de politikaya bulaşması; onu poetika kavramsallaştırmamız içinde retoriğin karşısına koyamayız. Ancak, iktidarın hesapçı teknolojinin akıllara durgunluk veren gücü ve panoptikon aracına dönüşmüş görsel medyanın büyüsünü de kullanarak bunca kanı, haksızlığı, hırsızlığı, yalanı, dolanı, kısacası gerçek olmayanı gerçekmiş gibi göstermesini kurgusökümüne uğratmada işlevsel olabilir.
Edebiyatın herkesin paylaşacağı bir hakikati olduğundan, Aslı Erdoğan’nın deyimiyle “gerçek bir kitap yazmaktan, hatta gerçek bir cümle kurmaktan” sözediyoruz; eşduyumdan, gerçekle yüzleşmekten, başkalarının acılarına dokunmaktan. Bir başka deyişle vicdanın sesi olmasından. İyi bir roman dili ve kurgusuyla tutarlı olmalı önce ama, sağduyu ve barış duyarlığını da bir nitelik olarak taşımalı.