top of page

“HAYATI ROMANLAR YAPAR”

“Dünyanın Öyküsü dergisinde yayınlandı, 2015

Ece Temelkuran, Ayşegül Devecioğlu, Aslı Erdoğan, Murat Uyurkulak, Sema Kaygusuz, Ayhan Geçgin, Burhan Sönmez, Yavuz Ekinci, Faruk Duman vb 2000’lerde tanıştığımız romancıların toplumcu gerçekçi mi eleştirel gerçekçi mi, sanat toplum için mi sanat için mi gibi enerji tüketmekten başka bir işe yaramamış tartışmalara dönüp baktıkları söylenemez. Ancak sanat felsefeleri, politik ve iktisadi stratejilere değil, erdem ve vicdanı temel alan hakikat fikrine dayanır. Eleştiri veya değerlendirmeye alınan metinlerinin derin anlam katmanlarında içkin adalet talebi gözardı edilemez.

Tartışma ve gündemleştirme önerisi olarak düşünülebilecek bu saptama, apolitik anlatı mecrasından Ayşe Kulin’in politik içerikli romanı Tutsak Güneş ile eleştirilerinde onca zaman gösteren ve teknik katmanı ölçüp tartmış Semih Gümüş’ün Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz gibi politik kaygıları romanlarına yüklemiş yazarlar ve romanlar ya da bu yazarlar için de neden oluşturmuş can yakıcı politik gelişmelerle ilişkilendirilebilir.

Belki bunların da katkısı olmuştur ama, aslında ister toplumculuk densin ister gerçekçilik; bu, romanların hiçbir zaman terketmediği oluş nedenlerindendir. Çünkü roman anlatısal tarihtir ve bildik tarihlerden farkı tarihin hakikatini bilince ve duyarlığa yüklemesidir.

Belirtmeliyim, bu anlamda tarihsel maddeciliğin de hakkını verdiğine ikna olmadığım insanın tarihsel varlık oluşu, kuru tarih bilgilerine bağlı değil. Bu bilgiler yapıntı bilgiler olup egemen retoriği için üretilmiştir. İşin gerçeğiyse insan ürettiği anlatısal tarih içinde yaşar ve ne yaparsa yapsın edimi bunun için ve buna göre biçimlenip anlamlanır. Bu uzamda alımlanır.

Kendimizi bilmek, biraz da her türlü kimlik yükleminden özgürleşmiş iradenin, tarihin hakikati, vicdan ve sağduyunun anlatısal tarihinde kendimizi görebilmemize bağlı. Son yıllarda ülke olarak doğrudan veya dolaylı bu anlamda yoklanıyoruz. Adını andığımız romanların duyumsattığı bu ‘yoklanma’ aynı zamanda yazarların geçmişteki dayatmacı, öğretmen edasından farkı olup bağımsızlıklarının ve eleştirelliklerinin göstergesi gibi okunmalı. Dil ve anlatım dönüşümü olarak bu nitelikleri belirlenip somutlanabilir. Ama aynı zamanda toplumla ilgili ve politik sonuçları olan görüşün/görünüşün ve içeriklerin, daha açıkçası yakın tarihimizin yansımasına bağlıdır. Çünkü, tür olarak roman, kendiliğinin yanı sıra onsuz olamayacağı böyle bir tarih mekanıdır.

Halid Ziya Uşaklıgil’in “şüphesiz hayatı romanlar yapıyor” dediği üzre romanların penceresindeki modern tarihimiz, samimi bir itiraf gibi yazıldığı üzere okunabilir: Türk burjuvazi, önce karma, sonra liberal ekonomi, ulusun icadı ve devletinin inşasıyla üstteki ve derindeki devletin desteğiyle kurumlarını oluşturup yerli yerine oturmasını sağlıyor. Bu macerada bireylik de gelişiyor doğal olarak; onun kadar da siyasal edimler. Yığınların hak hukuk taleplerinin karşılanacağı tabir-i caizse ulus-devletin bürokrat sınıfından ve burjuvaziden artmayacağı belli ama vaad ediliyor.

Artmadığı ve tanınmadığı ve de artık kitlelerin ulus propagandasına doyduğu, burjuvazinin, o zamanki deyimle emperyalistlere göbekten bağlı olduğunu dillendirerek 1960’larda sahneye çıkan Sosyalist aktörler de niceliklerini çok çok aşan bir uzam yaratıyorlar. Sosyalistlerin anti-emperyalist, anti kapitalist ve eşitlikçi duyarlık ve taleplerini sahiplenip kendine toplumcu gerçekçi diyenlerin veya öyle adlandırılanların biyografileri ve hikayeleri, bu siyasal cephenin trajedisi olmakla kalmaz, Türkiye’de iktidar ilişkilerinin nasıl kurgulandığını, hangi saiklerle biçimlendiğini yöntemince yansıtır.

Yalnız toplumcu romanlardan değil, iktidar söylemlerinin edebiyat mutfağındaki retorik kurgulanışı trivial veya romans denen romanlardan da okunabilir, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan gibi yazarların metoforik, ironik muhalefetinden de... Toplumcu gerçekçi romancılarsa ayna gezdirircesine yorumsuz denecek bir yanlılıkla ya da Mehmet Eroğlu gibi aynayı toplumcu karakterlerin yaşantısını tutarak yapmışlardır bunu.

Yıllar önce kapatılmış gibi görünen toplumcu ve gerçekçi sanat/roman tartışması karşıtı olarak öne çıkarılan romanların edebiyata, tekniğe gömüldüğü, eleştirinin tanıtıma indirgendiği bir zamanda andığımız yazarlarının romanlarındaki politik gönderge ve göndermelerinin işlevselliğinin altını çizmek hakkın sahibine teslimi açısından bir gereklilik.

Yalnızca Türkiye’deki politik gelişmeler değil, gezegensel boyutlarda panoptikon veya simülakrlarla dile getirilen disiplin ve gözetim olgusuna, bir başka deyişle yeni tutsaklaştırma stratejilerine karşı birer mevzidirler çünkü. Bizi biz eden bilişsel etkinliğimizin, dilimizin, yazılı sözlü anlatım yeteneğimizin işlevsizleştirilmesine, hatta postinsan oluşumuna karşı sanatsal gösteren olmanın dışında gösterdiğiyle de etkili olabileceğinin, olması gerektiğinin farkındalığını bilince çıkarırlar. Yeniden toplumcu gerçekçilik ya da yeni bir toplumcu gerçekçilik değil, ama felsefe gibi, din gibi bilişsel bir disiplin olduğu için ve sanat/edebiyatın, düşün tarihindeki mevzisine yeniden konuşlandırılması bakımından da gerekli bu duyarlık.

Andığımız yazarların bir alış verişi olmasa da toplumcu gerçekçiliğe ilişkin önyargıları tartışmak da kaçınılmaz:

Bilineceği gibi toplumcu gerçekçiler -her kimlerse- genelde sanatın, özelde de edebiyatın toplumdan yana vurgu taşıması gerektiğini, yani toplumcu olmasını savunurlardı, gerçeğin toplumcu biçimde alımlanıp yansıtılmasını öngörürlerdi; tarihsel materyalizmin genelcelerine göre biçimlenmiş bu toplumsallık tarihe toplumların evrilmesi, dönüşümü, sınıf savaşımı ölçütleriyle bakardı. Öngördükleri, erekselci oldukları için “geleceğin sınıfsız toplumunu sezdirme toplumcu gerçekçiliğin kuşatımı içinde yer alır” diyen Emin Özdemir’in deyişiyle öngörülen, vaad edilen “düzen, bireyleri ruhsal ve fiziksel çöküşten, aktörel yozlaşmadan kurtaracak bir düzendir.” Dolayısıyla bu düzenin bireyleri gibi toplumcu gerçekçi anlatıların kahramanı “kendi kişisel çıkarıyla toplumsal çıkarı bütünleştirmiştir” ve yazar “ülküleştirmez onu, içinde bulunduğu toplumsal koşullar ve ilişkiler içinde ele”[1] alması gerektiği mantığınca kurgulardı.

60’ların 70’lerin algı, anlamlandırma ve göstergeleriyle dile getirilmiş bu tanımlamaya itiraz edenlerden, -karşıtları ayrı bir yerde değerlendirilmeli- başta parti edebiyatını savunanlar, bu sanat anlayışına toplumcu demeyi de az bulup sosyalist denmesini isteyen ve ileti olarak da romanlarında bu anlayışın sosyalizmin kurtarıcılığını ve epik kahramanı göstermesini bekleyen kaba toplumcuları destekleyen aklı başında Marksist eleştirmen ve sanat kuramcıları gösterilemez.

Öğretinin kötü bir uyarlaması olarak kotarılmış didaktik metinler arasında yargılanırlar ama, belki milyonlarca kez orda olmadıklarını, orda olmak istemediklerini dile getirmişlerdir. Sözgelimi onlardan biri Aziz Çalışlar’a göre “her şeyden önce sanatsal bir yaratım(üretim) yöntemi ve sanatsal bir doğrultudur.”[2] Ama özdekci edebiyat kuramının tek yöntemi olmakla birlikte tek biçimli değil ve aynı zamanda “toplumcu gerçekçiliğin çok biçimlilik gösterdiği” ileri sürülebilir. Çünkü ona göre “biçimlendirme araçları ideolojik değildir. Bilgisel ve değersel bütünlük içinde her türlü biçimlendirmeye açıktır toplumcu gerçekçilik.” Buna göre örnek vermek gerekirse, devrimci romantik gerçekçilik, dolayımsız gerçekçilik, gerçekçi anlatımsallık rönesans gerçekçiliği, aydınlanma gerçekçiliği, eleştirel gerçekçilik vb “toplumcu gerçekçilik tarzları, tipleri ve biçemleri”den de sözedilebilir.

Kısacası, toplumcu gerçekçiliği veya ötekileri birbirinden ayırmak kesin çizgilerle budur demek veya toplumcu gerçekçiliğin epik kahramanıyla, -bu bir başka deyişle olumlu tiptir- eleştirel gerçekçiliğin veya XIX. yüzyıl gerçekçiliğinin ya da bilinçakımının problematik kahramanı arasında temel ayrımlarda bulunmak olanaksızdır. Bir öykü kahramanını epik/olumlu tip haline getirmekse her zaman olanaklıdır?..

Burada törebilimsel idealizme kayma olasılığına karşı Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ndeki “toplumcular ne bencilliği özveriye ne özveriyi bencilliğe karşı çıkarırlar. Bu çelişkiyi ne sulugöz biçimde ne de tumturaklı ideolojik biçimde dile getirirler. Tersine çelişkiyi doğuran özdeksel temeli seçikleşitirirler. Böylece çelişki de yok olup gider. Toplumcular hiç de Max Stirner’in yaptığı gibi törebilim dersi vermezler. İnsanlara birbirinizi sevin, bencil olmayın gibisinden törebilimsel çağrılar çıkarmazlar. Tersine özveri gibi bencilliğin de belirli durumlarda bireyin kendilerini öne sürmesinin zorunlu bir biçimi olduğunun çok iyi ayırdındadırlar. Toplumcular hiçbir zaman ermiş Stirner’in sandığı gibi genel özverili insan uğruna özel bireyi harcamazlar. Tersine toplumcu kuramcılar tam da bu kavşakta ötekilerden ayrılırlar. Tarih boyunca genel çıkarın özel bireylerce yaratıldığının yalnızca onlar ayırdındadır. Toplumcular bilirler ki bu çelişki yalnızca görünüşten başka bir şey değil, çünkü çelişkinin bir yanı, sözde genel denilen şey, her an çelişkinin öbür yanı olan özel yanından yaratılır ve genel hiçbir zaman özelin karşısına bağımsız bir tarih olan bağımsız bir güç olarak çıkmamıştır.”[3] Bu tür eleştiri ve uyarıları, toplumcu gerçekçiliğin sözgelimi romantizmden hangi ölçütlerle ayrılacağını netleştirmeye yetmiyor; yetmesi de kolay değil.

Sözgelimi Aragon’un Nazım Hikmet’i çağımızın en büyük romantikleri arasında saymasını ya da romantik ama, toplumun evrileceği süreçleri gösteren yapıtları nereye koyacağız? Marksist algı ve tasarımla görevcil bir konuşlanış edinmiş olan tutum/yöntem/akım, ne denirse densin toplumcu gerçekçiliğin öteki yazarlarda töresellikle, romantizm ve gerçekçilikle karıştırıldığı anlaşılacağı üzere sık görülen bir durum. Kimi yapıtlarıyla ya da yapıtların kimi kesitlerinde romantizmin, gerçekçiliğin, eleştirel gerçekçiliğin mecrasına kayan Tolstoy gibi Marksizmle hiçbir ilgi ve ilişkisi olmayan ama, toplumcu gerçekçiliğe yaklaşan yazarlarla da desteklenebilir bu soru. Nesnel bir anlatımla olumlu bir Sosyalist karakter yaratmış veya ulusun inşası sürecinde emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı söylemlerinde samimiyetle veya politik hesaplarla kardeşlik dilini kullanmış olanları da öyle; kuramsal derinliği olmadığı halde, gözlemle görünenlerin arkasındaki dinamikleri, emperyalist ilişkileri, eşitsizliği fark edebilen, insancıl sezgilerinin ardı sıra doğal, töresel hukukun, saikleriyle toplumcu gerçekçiliğe yaklaşmış, emekten yana söylem parçacıkları kullanmış olanlar da...

Hak, hukuk, adalet, eşitlik, barış gibi olgu ve kavramlarla içlenmiş Sosyalizmin sanat alanındaki yansımalarından sayılan toplumcu gerçekçi tutumun XX. yüzyıldaki kuramı, kılgısıyla desteklenmiş iradi, görevcil kavgayı ve kazanımlarını yadsımadan olageldiği gibi ötekilerini de bu davanın mütefiki sayıp ayırmadan söyleyecek olursam, bir yapıtın niteliğini bağlı olduğu akım belirlemez; bir yapıt, şu ya da bu akımın olumlu veya olumsuz yanlarına rağmen başarılı veya başarısız olabilir/bulunabilir. Nazım’ın hangi biçimde olursa olsun içeriğin toplumcusunu tercih edişi ve Şolohov’un, Nobel ödül konuşmasındaki şu paragrafı felsefi, dilsel, aksiyolojik, epistemolojik, semiyolojik ayrıntıları bir yana toplumcu gerçekçiliğin şununla bununla sınırlanamayacağının bir başka kanıtı sayılabilir: “Sanat insanların yüreklerini ve kafalarını etkileyecek büyük güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına hak kazanması için bu gücü, insanların ruhunda güzeli yaratmaya yönelmesi, insanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum.” Elbette ki bu iyilik, halktan yana barış, ilerleme ve adalet anlamındadır.

Kısacası Sümerlerden beri adalet metinlerinde dile getirilen adalet davasını XX. yüzyılda sistematik hâle getirip toplumcu gerçekçiliğe yüklemek ne olursa olsun bir iyi niyetti. Adalet ve eşitlik adına yararlı olduğu gibi kimi metinlerde sanatsal değerin gözden çıkarıldığı veya gözden kaçırıldığı da yadsınamaz. Somutlamak gerekirse özellikle Sovyetler’deki ‘parti edebiyatı’ algısı; resmi edebiyat anlayışı, Sovyetler dışında da gerçek sanatın, edebiyatın önüne/karşısına estetik yoksunu yapıtlar konmuş olabilir. Ancak yukardaki alıntıları anımsayarak en azından toplumcu gerçekçiliğin kötü örnekler, tanımlamalar ve eleştirilen profiliyle sınırlanamayacağını söylemek gerek.

Bundan da değerlisi şudur: Sanatın amacı eşitliği veya sınıfsız toplumu gerçekleştirmek değil, bu kavramları da bu kavramların esinlendirdiği, biçimlendirdiği dünyagörüşünün de özünü oluşturan adaletin; hatta denebilir ki adaletten de çok hakaniyetle vicdan dilini yaratmaktır. Bu vicdan kültürünün ve dilinin yaratılmasına, yayılmasına sanatsal katkı sunmaktır. Sınıfsız toplum, eşitlikçi dünya tarihe, teknolojiye, bilime dayanan bir toplumsal mesele, bir siyasi tasarımdır; sanatsa kendine özgü poetik duyarlıkla, bağımsız bir disiplin olarak yapar bunu. Hayali, alternatif, kurmaca dünyalar yaratır, bu yüzden hep muhaliftir, karşıtlığı ideolojik ve politik sıfatına bakmadan iktidaradır. Yalnızca kendi olarak bile bilim, din ve politikadan daha önemli, daha etkili olduğu görülmüştür. Bu nedenle aydınlatıcı, uyarıcı işlevi, nasıl tanımlarsak tanımlayalım toplumcu gerçekçiliğin sınırlarından taşar, taşması gerekir.

Bununla birlikte hakkı sahibine teslim etmek gerekirse Marxsizmin XX. yüzyıldaki baskın yorumunun bunu politik-retorik mecraya sürüklemeye çalışmasına rağmen toplumcu gerçekçilik, modern dönemden kopuşu zımnen benimsemiş bir yönsemesiydi.

Bu doğrultuda Türkiye’deki iki dönüşümünden söz edilebilir; biri, taşıdığı muhalif potansiyelin iktidar karşıtlığına, devrimci söyleme kayması gerekirken, Ayfer Tunç’ın Dünya Ağrısı’nda ifadesini bulan pesimist/zamane hastalığına, hiçlikçi bir dile hapsolmasıdır. İkincisi bağımsızlıkçı duyarlığın ulusalcı bildirimlere sapması veya ulusalcı uzamda alımlanıp ulusalcı söylem içinde çoğaltılması, modernist pozitivizme kapılmasıdır. Ancak bunlarla sınırlanamaz. Dahası toplumcu gerçekçiliğin dönüştürülmediği, ondan da etkilisi edebiyatın edebiyat olarak otoriteyi yerinden eden kurgular içinde işlevsel olmadığı/olamayacağı anlamına gelmez. Bütün deney ve deneyimleri olandan çok olması gerektiği diyalektik biçimde bir evrim veya devrimle içkinleştirilmiş günümüz romanlarının yazınsal nitelikleri ve doğrultusu değerlendirilirken, bu becerinin en devrimcisi değil ama en büyük pay sahibi olarak sözü edilecektir.

Simülasyon edimleri ve panoptikonla simgelemeye çalıştığımız gözetim ve egemenlik ilişkileri, Ortadoğu’daki savaş, ülkede de totaliterleşen Recep Tayyip Erdoğan iktidarı karşısında duyulan endişe yönlendirici olsa da şu politikaya bu ideolojiye karşı, şu akıma bu yönteme uygun olacak kaygısı aşıldığı içindir ki değerleri içe işleyen roman gibi romanlar yayınlanıyor. Türkiye onların aynasında, ama yazınsal hazlar eşliğinde/peşinde hakikatini okuyor. Müziği, replikleri, efektleri, kurgusu ve konusu iyi kotarılmış bir film izler gibi. Kısacası romanımızın yeni bir devresi başlamış bulunuyor. Poetikasıyla, yani kendi olarak politika yapan bir devre bu.

[1] Yazın Akımları Özel Sayısı, Türk Dili, Aylık Yazın ve Düşün dergisi, TDK Yayınları, Ankara, 1981, s. 349

[2] Aziz Çalışlar, Gerçekçilik Estetiği, DE Yayınları, İstanbul, 1986, s. 123

[3] Karl Marx, Frederich Engels, Alman İdeolojisi(Faurbeach), Eriş Yayınları, İstanbul, 2003 ve ­­­ www.kurtuluscephesi.com, s. 45, 50

Tanıtılan Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page