“GÜNÜN BİRİNDE” ADI GİBİ BİR ANLATI/Yavuz Ekinci'nin romanına bir okuma yaklaşımı...
Kurmaca ve anlatımı, beynimizin derinliklerine bastırılmış, içgüdüye veya ortak bilinçaltına dönüşmüş bir kültürdür. Anlatı dinleme de öyle. Hatta denebilir ki anlatım, anlatı, anlatma ve anlatı dinleme iletişime ilişkin bir töz özelliğine sahiptir. Birçok yazarın aklıma getirdiği bu düşünceye Yavuz Ekinci’nin Günün Birinde romanını okurken bir kez daha kapıldım. Yavaş yavaş yazının, sözcüklerin ötesinden bir ninenin veya yaşlı bir bilgenin çevresinde halka olmuşlardan biri olarak hissettim kendimi.
Bu ritüel, bir anlatıcının çevresinde toplanıp dinleyici olmak insanlaşmamızın/toplumsallaşmamızın, bir başka deyişle uygarlığımızın en başlarına dek götürülebilir. Belki de bu kadar köklü bir bellek olduğu için genlerimize de sirayet etmiş ve biz yabancılaşmamıza rağmen ona dönüyoruz, bu oyunu istiyoruz, seviyoruz.
Sözün değer kaybettiği bir çağda bu saptama da önermesi de savunulması da pek anlamlı görünmeyebilir. Ancak olası gelecek karşısında bu, özsel olarak insanın savunusunun etkin mevzisi olacak gibi görünüyor.
Bu düşüncenin potasına yabancılaşmaya/uygarlığa ait her şey gibi okuryazarlık edimini de katıyorum. Okuryazarlık’ı bitişik yazdığımdan anlaşılacaktır, ‘alaylı’ olmayandan çok söylemsel ve toplumsal bir kategori olarak kullanıyorum. Karşısına da ‘alaylı’dan çok yine bir toplumsal kategori olarak sözlü kültürü koyuyorum.
İkibinlerin romancılarından Burhan Sönmez, Faruk Duman, Hasan Ali Toptaş gibi Yavuz Ekinci de sözlü kültürün sözcüsü ve dirilticilerinden bir anlatıcı. Kimisi okuryazar sınıfından kimisi sözlü kültürden diye farklılıklarını belirleyerek pekçok yazarımızı anıp aralarındaki farkı göstermek bu yazının yatağına sığmaz. Şu kadarını söylemeliyim ki Yavuz Ekinci, bu alanda kendine yer açıyor. Giderek ilgi gören, okuru artan, okurunu arttıran oluşturan bu yazarın, öncekilerle ortak paydasına bakıp birlikte bir nehir roman oluşturduklarını varsayıp şimdilik son bölümü diyebileceğimiz Günün Birinde romanı üzerinden iki özelliğine değinmem gerekirse: Bir, bize yeni bir destan kurgulayıp anlatıyor. Ortadoğuy’a yansıyan egzotik, pitoresk destanını. Bir gerçeklik, bir hakikat duygusu yaratmak üzere her biri dozu ayarında fantastik bu anlatılarla yıkımlar, bozgunlar, katliamlar coğrafyasına, vahşet ve dehşete bakan pencereler açıyor.
İki, bir gelenek başlatmış olan Yaşar Kemal’e eklemleniyor. Bilinecektir, Yaşar Kemal, sözlü kültür ile yazılı kültür arasında bir köprüydü ama, denebilir ki köprünün sözlü tarafıydı. Yavuz Ekinci, yazı dili/kültür diline, sözlü kültür ruhunu, erdem, heyecan, öfke ve sevgi, Platon’un terimiyle söylersek thymosunu taşıyor. Aradaki masalın alegorik olmasının dışında pitoresk bakışına yansıyan anlatımı da bunu destekliyor. Dolasıyla köprünün ortasında veya yazılı kültür tarafında olduğunu söylemek olası. Bu, insanlaşma sürecinin kökenleriyle insanlıktan çıkabileceğimiz –şimdilik bir disütopya ama- olası gelecek açısından önemli bir durum.
Bunların araştırılmalısını ilgilisine, yetkilisine bırakıp üstümüze düşen konuya gelirsek: Modernize edilen Türkçenin ne kadar Türkçe, Yavuz Ekinci’nin sözlerinin altında yatan ruhun ne kadar Türk olduğunu tartışabiliriz. Belki de kökenden, kaynak metinlerden çok bir erek metin sesi, soluğu olduğu olabildiği için uzamıyla bizi kuşatıyor ve onun sesinde insanlığımızı hissediyoruz. Ancak bunu yaparken Ekinci, gösteren katmanına takılmıyor; Osmanlıcacılar veya öztürkçeciler gibi ağzını/yazısını tornaya dönüştürmüyor. Geleneksel tahkiyeyi sürdüren bir anlatımla ama, göstereni incelterek, hatta görünmez kılarak, olayı görünür, alımlanır kılıyor. Doğu’nun ve Batı’nın simgelerini, mitlerini zamanüstü bir boyutta içiçe geçiriyor. Bu içiçeliğin sarmal damarlarından biri de fantazya ile gerçektir. Kur’an, Samaralı Sara’nın masalı, Lilith, Termessoslu Markus Constantino Kavafis, Eyüp, Amar, Müslüm, Havva, Cemşid birer ad olarak ama, çoğu zamanda sözce ve cümle aralarındaki çatlaklarda beliren hayaletleriyle başka metinleri, mitlerı taşıyorlar alımlama potasına.
Romanı okurken dilimin ucuna geligelivermiş “Barbarları Beklerken” sözcesi, sonlanırken “yeni bir Barbarları Beklerken”e dönüşüyor. Aradaki farkı belirlemek için Constantino Kavafis’in bu şiirindeki “barbarlar geliyormuş bugün/onların başbuğunu karşılamaya çıkmış imparatorumuz” dizelerini anımsıyorum ve sonunda beklenenler gelmeyince onların beklenmesine ilişkin toplumsal psikolojinin sona erişi, heyecanın sönümlendiğini. Bir tür travma sonrası stres durumu. Günün Birinde de ise beklenenler, yani korkulan başa gelmiş oluyor. Canlı kanlı bir doğa betimiyle başlayan roman bir ölü doğa betimiyle noktalanıyor. Ama bir natürmort değil, bir yangın sonrasında kuyruğu yanmış, kuşlar, kömürleşmiş yılanlar vs biçiminde.
Andığım şiirle bu roman çok da benzerlik taşımıyor. Ardından anımsadığım Adalet Ağaoğlu’nun Kozalar, Oğuz Atay’ın Tutunamayanları, Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı’sını vb arasından Samuel Beckett'ın absürd sayılan oyunu Godot'yu Beklerken’le karşılaştırmayı deniyorum.
Yalnızca kurtarıcı beklentisi içindedir kahramanları Godot'yu Beklerken’in, varoluşları buna bağlıymış gibi. Üstelik beklediklerinin ne olduğunu da bilmemektedirler. Günün Birinde ona göre çizgisi belirgin bir grotesk metin ama, kahramanlarının olağan yaşamı “masalın bitişinin nedeni Amar Dağı’ndan “Geliyorlar! Geliyorlar!” diye bağıra çağıra koşarak köye gelen adamın biriyle hareketleniyor. Aslında öncesinde de Godot'yu Beklerken’deki gibi hareketsizlik veya varoluşlarına ilişkin bir sorgulama, bir bunalım görünmez, yoksul ve geri kalmışlık betimlerine karşın. Tam tersine gelenlerin barbar olabileceği göndermeleri vardır söz aralarında. Grotesk betimleri ve oluntularda bir benzerlik ilişkisi kurulabilir. Temel farkı ise Godot'nun gelmeyeceği öğrenildiği halde Vladamir ve Estragon’un beklemeye devam etmeleri. Günün Birinde’de ise her kimseler, gelirler ve katliam yaşanır.
İster billinçli bırakılmış olsun ister kendiliğinden metinlerde olmayanların olabileceklerin, olması gerekenlerin hayalet gibi metin aralarında dolaşmasını değerlendireceğiz yazarın yaratım ve seçim özgürlüğüne saygımızı koruyarak. Bir de edebiyatın genel anlamda sanat olarak gözetilmesini. Genellikle toplumculukla özdeş tartışılan, sanat siyaset ilişkisinde karşıtlık tanımlamalarının dışında sanatın aydınlatıcı işlevinin yerli yerine konmasına ilişkin tutum sanatın eleştirelliğidir. Bu anlamda kendi olarak sanat retoriğe kapılmadan da politik olabilir. Günün Birinde’yi örnek alacak olursak yazarın gözetmediği ama, dile yer etmiş olanları da dahil edilecek olursa çağrışımla gidilecek veya gelinecek olanlarla birlikte göndermede bulunulan mitler, hikayeler bombardımanı içinde ilerleyen Günün Birinde’nin fantastik anlatımıyla zaten simülasyon işlevi bulunan kurmaca gerçeğin de gerçekliğin de önüne konmuş oluyor.
Modern öncesi ve modern metinlerde araç olarak kullanılan dil, olay ve edebiyatın buyurgan kurgusu, bu tür metinlerde çok parçalılık nedeniyle, amaç kılınmış olur. Buraya varan süreci şöyle özetleyebiliriz: Arkaik metinlerde doğrudan mesaj verilir, klasik metinlerde görece bir dolayım söz konusudur, modern metinlerde okuru başka mecralara çekip kuşatılarak mesajın alımlanması gözetilir. Günümüzün postmodern metinlerindeyse okur dolayımda kendi başına bırakılır, oluntular arasındaki boşlukları kendisinin doldurması istenir.
Sorun da buradadır. Etkin okur için bu okuma edimi bir oyundan fazlasıdır, belki de tefekkür uzamıdır denebilir. Yazarın tutumuyla yıkmak istediğinin tersine egemen söylemce doldurulacak bir alandır burası. Sözgelimi, Günün Birinde’nin hemen girişine bir kaynak metin gibi konan Kassas Suresi’nin ayetiyle yazarın göndermede bulunduğu “geliyor” olanların kötü niyeti, yazarın bununla haber vermesine ilişkin bağıntıyı kuramayan okurlar, bunun yerine ayeti, yapılardaki taç/alınlık gibi düşünebilir. Hatta bu, yoruma kapıları açık bir metin olan Günün Birinde’nin dinsel yorumlanmasına da varabilir. Aşırı yorum her zaman sözkonusudur, dolayısıyla bunun önü alınamaz. Ancak yanlış yoruma yol açmayalım derken metnin retoriğe dönüşmesi, estetik değerinin azalması tehlikesi de var.
Ayrıca yazar, aydınlatıcı işlevini abartırsa temel dayanaklarından biri olan eleştirelliğini de köreltmiş olabilir. Edebiyat, genelde sanat kendi olarak kendine düştüğü kadarıyla dünyanın anlamlandırılması için yeterlidir. Her hangi bir nedenle sanatın yetrsizliği veya işlevsizliği durumunda yerine din hatta bilim bile ikame edilecek olsa toplumsal gelişme tamamlanamaz. Bunun örneği, dinin politikadan, felsefeden ve sanattan rol kapması sonucu bugünkü Ortadoğu manzarasıdır.
Kitleler, seçme şansı yoksa önüne ne koyarsanız onu yer. Ekinci’nin Amar’a bilgece söylettiği, hayatta en zor şeyin misafire ikramınızın olmamasına ilişkin önermesinden de önemlisi, onun önüne yolunu yöntemini şaşırtacak sarhoş edici yiyecekler koymaktır. Özellikle de Günün Birinde gibi metinlerarası özelliği gösteren metinlerin anlatıyı mekandan ve tarihten soyutlama eğilimi, okurda yaratacağı anakronizm yukarda söz ettiğim metin dışı yorumlarla egemen söylemce nesneleştirilebilir.
Bunu, romanın hakkını yemek olarak görürürüm. Bir eleştirmen olarak çabamsa, ihmali varsa, istenmeyen yorumlara fırsat vermişse yazara karşı da romanın hakkını savunmaktır. Ancak kastım anlatının, tarihyazımı ya da praksis yerine koşulması değil elbet de. Edebiyatın derdi, metaforlardır, tarihle ilişkisi de yargıyı üstlenmek değil, ama yargının, özellikle çarpıtılmaması için tarihe oturtulmasını gözetebilir, bu anlamda somutlayabilir.
Eğer sözel dil işlevsizleşmezse, anlatı dinleme alışkanlığımızı korur ya da edebiyatın vicdanına politikanınkinden daha çok güvenir, adaletsizliğe karşı caydırıcı işlevine inanırsak insan türü olarak taşın gediğine konması, aynı zamanda bir estetik öğe gibi sunumu gözetilecek demektir.
Örneklemek gerekirse Günün Birinde’nin yarattığı çağrışımı ve Suriye’de(Şengal, Rojava vb) yaşananların güncelliği “geliyorlar”la kastedilenlerle DEAŞ’ı bugün için kolayca özdeşleştirebiliriz. Hatta bunun, Dersim’in ‘tertele’si, Halepçe’nin ‘bombayê kimya’ paniği, 1915 Medz Yeğern’i, daha eski tarihlerdeki Haçlı, Moğol ve Osmanlı önündeki ‘büyük kaçgun’ denen kıyımlar vb gözönüne alınarak olağan kanısıyla bellekleştirilmiş tarih dilimlerinden olduğunu, dahası bir yere bir tarihe oturtmakla tüm bunların trajedisi diye okunması olanağından da söz edebiliriz. Destan ve masalların deredeki çakıl taşı gibi binlerce yılın süzgecinden ve mekandan mekana geçerken soyutlanmış, tarihsel bağlamından koparılmış da olsa ilk biçimlerinde bir tarih anlatısı olduğunu düşünüp onu çıkarmak için yorumladığımız ve edebiyatın tarihin belirteci olduğu gözönüne alınırsa somutlama beklentisinin önemi daha iyi anlaşılır.
Yalnızca söylemsel değil, aynı zamanda yöntem bakımından da genelce olsalar bile ancak edebiyatın sözcesiyle olanak bulacak hakikat ve gerçeklik değerini daha samimi, daha sahici kılabilir. Yazınsal niteliğinde içkin metafor bozucu, yapı sökümcü işlevi egemen retoriğin epistemolojisinde karmaşa yaratmakla sağlayacağı politik geri dönüşü gerçeğin görünürlüğüne de bağlıdır. Günün Birinde, bunu da ama, edebiyatı daha çok gözetiyor, isabetli bir seçimle.