top of page

POST-TRUHT ve ŞİİR: YADSIMANIN YADSINMASI

“Hakikati arayanların, yaşantısında bir defa olsun bütün şeylerden gücü yettiği oranda şüphe etmesi gerekir. Epeyi zaman var ki çocukluğumdan beri pekçok yanlış kanaatleri doğru diye kabul ettiğimin ve yine o yaştan beri hiç de sağlam olmayan ilkeler üzerine kurduğum şeylerin pek şüpheli ve kesinsiz olabileceğinin farkına varmış bulunuyorum. Yalnız hakikati araştırmayla uğraşmak istediğim zaman tamamaıyla tersini yapmam ve kendilerinde en ufak bir şüphe gördüğüm şeylerin hepsini bundan sonra doğru sandığım kanaatlar arasında tamamıyla şüphe götürmez bir şey kalıp kalmayavağını görmek için mutlak olarak yanlış sayarak atmam gerektiğini düşündüm.”[1]

Truth ve post-truht bir kandırmaca mıdır bir kanmaca mı?

AB’de bir araya gelseler de Fransa, İngiltere ve Almanya; Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ezeli rakipler olmaları gibi rakipler birbirlerine. Bu stadyumda reform, rönesans, keşifler, icatlar, ulus, bilim, sanat, felsefe ve filoloji olarak süregelen modernite maçları sonuncusunun rövanşı yapılmadı henüz. Son maçta İngilizcenin grafolekt olarak bütün dünyanın birinci dili durumuna gelmesi dolayısıyla galip takım İngiltere’ydi.

Almanya, 2016’da GfdS (Alman Dili Topluluğu) aracılığıyla Almancası ‘postfaktich’ olan psot-truht’u günümüz politik oyunlarını en tam karşılayan kavram olarak açıklamakla unvan maçı teklifinde mi bulunmuştu? Onun restini görmüş gibi bu teriminin kullanılışındaki artışa dikkat çekmekle alan savunması mı yapmakta?

Yoksa bu da post-truthun bir post-truht oyunu mu?

Bilineceği gibi biraz kuşkulu ama genellikle hakikat ötesi, gerçek-ötesi post-gerçeklik, gerçek-aşırı, hakikat-sonrası, post olgusal vb anlamlarını karşılamak üzere üretilmiş bir sözcük. Post’un modernin önündeki durumu da böyle iğretiydi ve hâlâ oturmuş gibi durmuyor. Bu ilgi aynı zihniyetin türümü olduğunu aklagetirecektir.

Truht’a gelince o da ne yeni bir gösteren ne yeni bir kavram. Türkiye’deki ilk karşılaştığım kaynak Şerif Mardin’in editörlüğünü yaptığı Ortadoğu’da Kültürel Geçişmeler(Doğu-Batı Y.) derleme kitabında[2] truht biçiminde değil de turâth olarak yer almakta. Bence aynı sözcük. Derleme yazılardan Richard K. Khuri’nin Hasan Hanefi eleştirisi[3] sözcüğün Arap söylemindeki anlamına ve kökenine değiniyor, üstyapı gibi tanımlıyor. İslami retorik, felsefi, yazınsal metinleri kapsadığını anıyor. “Arapların turâth’ın tek bir yorumu içinde yaşamlarını sürdürmekle hakikati kaybettiklerine” değinip devam ediyor: “Modern Arap edebiyatı başlangıçta Avrupa’ya özgü ve bu yüzden de İslami olmayan anlatı biçimlerine dayanıyordu. Kısmi bir netice olarak genellikle kendi tarzına uygun biçimde seküler ya da hiç değilse dinin dışındaydı. Arap nesri toplumsal gerçekçilik, bilinç akışı gibi safhalardan geçerek yeni biçimsel alanlara doğru evrildi. Bu alanlardan biri zengin metinsel gelenekten, turâthtan yararlanan ve onu manipüle eden, diğerlerinden ayrı bir üst-kurmaca ve postmodernizm tarzıdır.”[4]

Taşındığı modern metinlerle “tam olarak ‘miras’ anlamına gelen yüksek çağrışımlı, teolojik, felsefeden edebi ve tarihsele ve oradan da biyografik ve filolojik olanlara kadar pek çok sözcüğü kuşatan”[5] bu kavramsal yanına ilişkin açıklamalarından şöyle bir çıkarsamada bulunulabilir: Hakikati kaybetmelerinin nedeni doğru bildikleri hakikate/turâhta takılmalarıdır. Bu bağlamda turâth yanıltıcı hakikat olarak anlaşılabilir.

Ben de bu uslamlamayla turâthı, Arap-İslam söyleminden de eskiye götürüp bugün GfdS post-truth’a yükledikleri veya dolaşımdaki kavramı karşılığı olarak kullanmıştım yazılarımda ve kitaplarımda.[6] Bana göre İbranice ve Tevrat’ın(Tora; Toraht) adından galat ya da onun bir türümü olabilir.

Hz. Musa’nın denilen sözlü öğütlerinin adı verilen yorumları, Mişna’yla birlikte ’ı oluşturur. Tanrının gerçeği/gerçekliği olarak da Musa’nın yasasının okunması anlamındadır.[7] İşlevi bakımından İbrahimî söylemin ‘yerleşik takiyye’ türümü olarak İslamın ve Hıristiyanlığın iktidar söylemi olduğu süreçlerin ardından Tanrıyı öldürdüğünü söyleyen modernitenin damarlarında da tanrıyazar maharetiyle sürdürülmüştür. Yerleşik takiyye yazılı ve sözlü kültürünün sıcak anımsama olarak güncellediği Levh-i Mahfuz yazısı ümmetin alnından alınıp vatandaşın alnına geçirilmiştir.

İngilizcede ‘truth’un ‘turâth’ın bir türümü olup olmadığını ya da ’la köken ilişkisi bulunup bulunmadığını göstergebilim araştırmacılarına bırakarak anlatmak istediğime dönerken şu çekincemi baştan belirtmeliyim: Post-truth kavramının dolaşımdaki kavpsamıyla Khuri’nin yukarda bir kısmını aktarmaya çalıştığımızturâht’a yüklediği anlam arasında kapsam farkı var. Post-truth siyasi erkin medya oyunlarıyla haberi/gerçeği çarpıtması kapsamında, ‘algı operasyonu’ ve ‘rıza üretimi’ gibi sözkonusu alanla sınırlı bir terimdir. Modern edebiyatların aynı zamanda biçimlendirici kavramı olan hakikat/gerçeklik/gerçekçilik dolayısıyla ilişkisi kurulabilir, sonuçta edebiyat ve sanat da gerçeğin bir biçimini sunarlar, ancak post-turhtla karşıtlık ilişkilerinden sözedilebilir.

Turâth’sa modernite denli geniş kapsamlı olmasa da sözgelimi Bourdieu’nun ‘habitus’u gibi Foucault’un ‘hakikat rejimi’ gibi daha dar anlamda Budrillard’ın ‘simülasyonu’ gibi bir kapsama sahip. Dolayısıyla tarihselci görüşün bütün bir insanlık kültürüne seçenek bir yaşambiçimi önermesinin sanat yöntemi/tutumu olarak toplumcu gerçekçilik veya post-modernite gibi bir sonuç yaratabilir gibi görülmüyor. Ancak çağın teknolojik olanaklarıyla yerleşik takiyyenin bildik söz ve ritüel oyunlarından çok daha başka eristik kurgularla panoptikon gibi yaşamın denetim altına alındığı gerçeği de ortada. Bu kapsamıyla insanı ve onu savunagelmiş şiiri/sanatı/poetikayı[8] düelloya mecbur bırakmış görünüyor.

Turâht gibi bu kapsamıyla post-truth, Platon’un iki bin beş yüz yıldır kanaatleri belirlemiş “mağara metaforu”dan esinlenmiş olabilir mi? Ya da Döşö’nun “mutlak hakikat bilinçtir, bir hayal olan dünyayı o yaratmıştır” önermesinden?[9]

Olasılıkla daha eski bir tarihten devralınmış bu tasavvura göre bilineceği gibi dünya ideaların yansımadır. Yine bilineceği gibi tasavvuf tasarımında da dünya bir görüntüdür. Bataille’in sözleriyle “gerçek dünya tanrısal dünyanın doğumunun bir kalıntısı gibidir […] insansal gerçeklik, tin olduğu ölçüde kutsaldır ama gerçek olduğu ölçüde kutsal-dışıdır.”[10] Farkları ideaların yerine Tanrının konması ve Tanrının bilinmek/sevilmek için dünyayı yaratmış olmasıdır. ‘İçin’in önüne oyalanmak veya sıkıntıdan kurtulmak, konabilir. Tasavvuf söyleminde sıkça dünya hayatının bir oyun, boş bir oyalanma olduğu dile getirildiğine göre oyun da konabilir.

Bunlara bilimsel gelişmeler ve görüşler de destekçi çıkarılabilir. Önce Einstein’in görelilik kuramı, sonra Kuantum fiziğinin Newton fiziğini rafa kaldıracak olan CERN’deki deneye ve aranan karanlık maddeye(anti madde) ‘Tanrı Parçacığı’ denmesi mesela.[11] Daha önemlisi fen bilimlerini sosyal bilim derekesine çeken Michio Kaku’nun Geleceğin Fiziği kuramıyla katı hiçbir şeyin olmadığı, katı bildiklerimizin de aslında görüntüyü geçiren cam gibi olduğunu söylemesi.[12] Dahası insan beyninde evren olarak bir yazılım olduğu ya da evren bildiğimiz bir bilgisayar programı içinde yaşadığımız vb tasarımlar…

Yorumu buralara vardırmamın bir nedeni 1984 romanında da Bigbroder/Kocaağabey’in ’nü hazırlatmasının çağrışımıdır. Anımsanacak olursa orda düşünceyi sınırlamak için eski sözcükler ayıklanıp sözlük daraltılır. Okyanusya halkına kitle iletişim araçlarıyla partinin disiplinli bir aklın niteliği ve gerçek olarak savaşı barış diye yuttururur, hakikati Hakikat Bakanlığı belirler, sistemin seçkinlerinden biri olmak için gerektiğinde “parti 2x2=5 derse beş 3 derse üçtür” diyebilen yurttaşlara/ümmet yaratılmıştır.

Bunlar doğru ama acaba İngilizlerin ve Almanların kuyuya attığı taşı çıkarmaya çalışan birer akıllı olarak oynadığımız bu oyun, böylece kavramı tartşıyor olmamız da bir post-truht olabilir mi?

Böylece bununla oyalanıp dünyadaki sömürüyü, zulümleri, ölümleri, daha da önemlisi tüketimci kapitalizmin dünyayı sürüklediği tufandan gözlerimizi kaçırmış mı oluyoruz!

Bir bakıma da post-truth’un yarattığı farkındalıkla dünya üzerinde döndürülen dolaplara dönüp bakmış oluyoruz; çünkü sözcük, can yakıcı medya gerçeğine, siyaset oyunlarına, toplumsal olgulara ve nörofelsefi yanılsamalara, sorunsallara ayna tutuyor. Biraz erken veya üstümüze vazife değil gibi görünse de olgunun, poetikaya nasıl yansıyabileceğini tartışarak, öngörülerde bulunmak en azından beyin jimnastiği olur.

Burdan başka bir maceraya açılmamız da olası.

Kanmaca Kandırmaca

Okyanusya halkıyla karşılaştırınca bizim halkımızın post-truth oyunlarına, en azından bugün için daha yatkın göründüğü söylenebilir. O nedenle kapısını arlayınca karşıma toplum mühendisliği, algı operasyonu gibi ama, daha çok kanaat mühendisliği gibi görünen post-truhtun nev-i şahsına münhasıran örtülü kanmaca/kandırmaca olarak anılabileceğini de düşünüyorum. Politika ve medyada en büyük antrikaların, en kanlı oyunların finans kaynağı çünkü örtülü ödenek oluyor. Yalan örtülü ödenekle dolaşıma sokuluyor. Ayrıca, post-truhtla eşanlamda olduğu gibi kandırmaca kanmaca, semiyolojik bakımdan olduğu gibi ses ve yapı bakımından da bilmece, kanıksama, saymaca, kurmaca, bulmaca vb sözcüklerin kalıbına uygun.

Anladığım kadarıyla daha çok ‘post-truth politics’ veya ‘post-olgusal siyaset’ biçiminde kullanılan terim, habitus veya simülasyonla kastedilen iktidar stratejisidir. Bizans entrikalarına taş çıkartan algı operasyonunun negatifi de denebilir buna. Daha çok gazetecilikte kullanılan ve kabaca yalan haber, asparagas olarak bilinen masa başı kurgusu haberlerden farklılığı günümüzde sosyal medya denilen güçlü bir dolaşım ağını kullanmasıdır. Bu âlemde herkesin yayıncı, gazeteci olduğu bu uzamın bildik gerçek dünyaya seçenek bir uzam gibi oluşu gerçek ötesi demenin nedeni olsa gerek.

Çünkü amaç, gerçeği ortaya çıkarmak ya da bir hakikat/gerçeklik ölçüsü oluşturmak değil amaç, tam tersine gerçeği örtbas etmek veya yalanı onların yerine geçirmek, gerçek/hakikat diye yutturmak. Bunun için de kanıta değil etkiye önem verirler. Yüzlerce yıldan beri etkisi ortak bilinçaltına yer etmiş şehitlik, vatan sevgisi, kutsal emanetler, terör, dış tehdit vb kavramları allayıp pullayıp güncelleyerek yalana giydirirler. Foucault’un terminolojisinde bunlar, karşıtları delilik, hapishane, cinsel sapkınlıkla birlikte iktidarın hakikat rejimini oluşturur. Hakikatle kasıt da devletin tanrısal ve mutlak hakikatidir, başkası olamaz. Hakikatin göreli olduğuna ilişkin entelektüel görüşlerin haklılığı ve günümüzdeki yaygınlığı da bir yandan hakikatin önemsizleştirirken hakikat tekelini elinde bulunduran devletin/iktidarın elini güçlendirir, bunun için hakikat komisyonları kurup asgari müşterek oluşturma davetlerine de yüzvermez. Nasıl olsa kendi görüşünü halkın kutsal seçimiymiş gibi halka servis edebilmekte ve böylece aynı zamanda halkı kendi entrikalarının ortağı ve destekçisi yapmakta.

İktidarlar geçmişte bunu retorikle, söz oyunlarıyla, kurumlarla, kurallarla, kurmacalarla yapardı, artık nano teknolojileriyle görsel oyunlara, albenili aldatmacalara dönüşmüş, sosyal medya, arama motorları, algoritmalarla, her eve, her beyne çaktırmadan sızabilecek durumda. Örtülü ödenek kaynağı network örgülerine el altından akıtılarak kanaatler oluşturuluyor. Öte yandan ehil olsun olmasın iktidarın televizyon ekranında arz-ı endam eden kalemşorlar âlleme-yi cihanmış gibi kendi kanaatini tartışılmaz doğru olarak kitlelere yutturabiliyor. Gerçeğin çıplak, acı ve can yakıcı oluşuna gelince onlara trol deyip bakılmıyor bile. Ya da iktidar Wikipedia’ya uyguladığı kapatma ve süzgeçlerle haberimiz bile olmadan maillerimizi eleyebiliyor. Bunun için Budrillard, “hakikati gizleyen şey simülakr değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektir. Simülakr hakikatin kendisidir”[13] abartısına başvurup karamsar tablo çiziyor. Bu, hiper gerçeğin ya da post-truthun, daha açık bir ifadeyle söylersek çarpıtılmış gerçeklik modellerinin gerçeğin yerine konması demektir. Gerçekle simüle edilmiş/yapıntı/uydurma arasındaki fark da ortadan kalkmıştır. Üstelik gerçekten daha albenilidir. Günümüzün iktidarı böyle bir simülatördür. Artık gerçeği de tekeline alan, orduyu ve Tanrıyı bile simüle eden, gece gündüz simülakr üretip dört bir yana salan bir makinedir iktidar. Bu durumda tutunulacak dal gerçek de geri dönmemek üzere kaybolunca geriye kayıtsızlık kalmakta.

Kuramın soyutlayıcı bu önermelerinin somut karşılığına gelince.

Simülakr veya post-truth, en özlü tanımıyla bir yalan düzeneğidir. Ve yalanla kastımız pembeleri değil, bilinçli zihnin de ötesinde iktidar düzeninin yalanıdır. Muhalefetse bu tür komplolar, entrikalar olanağına sahip değil. Kastımız, pseudologia fantasticadır[14] yani kendi çıkarı için taammüden yalan söyleyen. Gazeteci, politikacı, yazar, din görevlisi, teolog, akademisyen, okur, bürokrat, kamuoyu araştırma şirketleri, terör uzmanları, istihbarat örgütleri ve kandırılmış vatandaştan oluşan bu yalan makinesi, operatörleri, teknikerleri, havarileri, müridleriyle ağzına bir parmak bal çalınmış halkın desteğini de almış olarak sistematik biçimde şiddetlidir. Bunlara, simülakrın farkında ve dışında kalsa da suskunluğuyla destek olanları eklemek gerekir.

Gerçekçilik simülasyonu

Bir ‘üst-gerçeklik’ denen bir üst-akıl gibi çalıştığından post-truth kandırmacası kendince bir evren oluşturan poetik edimleri, poetikanın genel gerecini ve metodolojisini kullandığı söylenebilir. Anlaşılacağı gibi poetikayı öncelemediğini söylemek istiyorum; çünkü, poetikanın tözü ve metodolojisi böyle bir gerçek-dışılıktır. Bu poetikanın ontolojik gerçeğidir.

Bildiğimiz sürealizm ayrı, gerçek üstü, holografik, simülatif bir âlemdir poetik âlem. Sanal uzam da öyle. Dolayısıyla sanal uzam ile poetika uzamının benzeşikliği buluşturulmalarını gerektirir. Bir başka deyişle buluşmaları kaçınılmaz. Şiir, imgesel ana gereci dolayısıyla zaten sürealist bir edimdir. Doğru ve gerçek konusunda bir savı yoktur; tersinlemeyi yeğler. Destanlar, efsaneler, masallar, feeriler de böyledir. Bugün kurgu/yalan haber olarak beliren post-truht denilen genellikle de iktidarların kurguladığı politik entrikalar için de dil ve sanat kadar eskidir diyebiliriz. Çünkü, dil kendisi yalancı, şakacı, bilinçdışı bir yapıdadır. Onunla yapılan her şey de böyle olmuş/olacaktır.

Dil, edebiyat böyle de resim değil mi? Sinema, tiyatro, müzik vb farklı mı? Mimari bile salt rasyonalizmle, pragmatizmle, fonksiyonel olmakla açıklanabilir mi?.. Öz ve biçimin ötesinde bir üçüncü boyutları yok mu? Bu boyutlarıyla hem iyiye hem kötüye kullanılmazlar mı?

Yapılan her resim bir sahte nesne, gerçeğin yerini almaya seçenek bir edimdir. Bu anlamda temsilin hallüsünasyona yol açmasıdır. Masum olması, iyi niyetle üretilmesi ‘gerçeğin bir sahte yazımı’ oluşunu değiştirmez. Bu sahte yazımdan duyduğuuz estetik heyecan da bu açıdan bir sorunsaldır. Bile bile yanılsamanın büyüsüne kaptırır kendini alıcı. Tam da Roland Barthes’in dediği gibi: “Gösterilen bir yalandır; tam sahteliğini gösterdiği anda olabiliri ortaya çıkaracak bir gerçeğe-benzerliğin altını çizer. Roman’ın ve anlatılan Tarih’in ortak ereği olayları yabancılaştırmaktır.”[15]

Kastedilen büyük anlatının bir oluntusu olabilir, yoksa yalancının mumu yatsıya kadar yanar, derseniz Barthes “burjuva sını­fının bu tür bir yöntemle kendi değerlerini”[16] bütün dünyaya kabul ettirdiğini anımsatır size. Bir de yerleşik takiyyenin bu işi ondan önce skolastik, mihne, engizisyon yaratıp sorgulanmasına bile izin vermediğini.

Sanata gelince amacı, gerçeği anlatmak değil, hayali anlatmaktır. Bu hayalin evrensel izleği de anı yaşamak, Simurga öyküsündeki gibi mutlak hakikati arayanın macerasının kendini bilmekle sonuçlanacağıdır.

Söz sanatı kendileriyle başlatılan, Sirakusa’lı, Koraks ve öğrencisi Teisias’ın gerçeği değil, gerçeğe yakın olanı temel erek belirlemiş olmaları konunun daha başında gerçek ötesini imlemektir. Aslında bu gerçeğin bile akışkan, göreceli olduğunun farkındalığıdır. Muhalefetine gelince onun koşutunda yolunu kesmeye çalışsa da insan kültürü genişlettiği bu yoldan ilerlemiştir daha çok.

XX. yüzyıla dönersek edebiyatın amacı da aracı da imgedir, bu nedenle sanat imgeseldir. Bu da kendince olması gerekendir, olabilirdir. Hayal dediğimiz bu ve göreceli hakikattir, olması gereken tanrısaldan da ötede. Ama olabilirdir. Hakikat ise, ontolojik-hedonist-eratolojik-apokaliptik bir güzergâhda adaletsiz bu dünyayla baş edebilmek için sözkonusu gerekliliği doğrulayacak bir ölçüt oluşturmaktır. Buna ahlakî bir doğruculukla vicdan da denebilir. Adaletsiz dünyayı sadist-mazoşist indirgemeye kapılmadan estetik bir sunum içinde içli dışlı anlatmaktır.

Klasisizm, akıl, efsane, erdem ilkelerine göre bir poetikaydı, romantizm coşumcu, efsaneden hayata dönen bir tünelde hayallerle seyreden bir poetikası vardı. Sonra realizm/gerçekçilik geldi. Nedensiz değildi bu adlandırma, öyleyse neden realizm dendi?

Genç Osmanlılar’ın da Avrupa’dan çok geri kalmadan bu konuya ilişkin tartışmalarına bakalım:

Namık Kemal’in “edebiyyât-ı sahîha” ve “edebiyyat-ı hakikiyye” önerileriyle edebiyatın duygular gibi akla ve gerçeğe de uygun olması biçimindeki romantizm savunusuna karşılık Beşir Fuad, realizm ve natüralizm ayrımını gündemleştirip “hayâliyyun-hakikiyyun” tartışmasını başlatıyor. Onu eleştiren Ahmed Midhat Efendi, realizmde gözlemin önemli olduğunu ama, bir sınırı ve ölçüsü olması gerektiğini savunuyor. Emile Zola’nın yansıttığı biçimde bir yaşantının hiçbir toplumda ve hiçbir çağda görülmediğini savlıyor.

Süregelen tartışmalarda dikkate değer olan farkındalık bence şudur:

Felsefecilere ve sanatçılara göreyse dünyada bir gerçek olan adaletsizliği giderecek bir hakikate/bir hakikat ölçüsüne gerek vardır. Bilimin ilgisi dışında kalan bu önerme insanlığın teolojik çağlarında teokratik iktidarın ve cehaletin baskısı altında gelişme olanağı bulamamıştır. Zaten truht sözcüğünün köken anlamı da hakikat, yani doğruluktur. Bu noktada aynı zamanda ahlâk felsefesinin alanına girilebilir ve post-truht, doğruluğun itibarsızlaştırılması olarak yorumlanabilir. [17]

Ama truth gerçekliğin önüne de çıkarılabilir. Bu bağlamda realizmlere ilişkin olarak doğruculuk uğrunda olanla gerçekçilik uğrunda olanları ayırmak, gerçekçiliği realizmden alıp natüralizme özgülemek gerekir. Çünkü natürealizm doğru olanı değil gerçeği olduğu gibi yansıtır. Sanatın amacı gerçeği anlatmak olsaydı doğalcılık/natürealizmin son akım olması gerekirdi. Olmadı çünkü, doğal, samimi ve sahici olmak yerine realizmle yarışırcasına “burjuva sanatının bütün yönelimsel göstergelerini sonuna dek kullanıp mekanikleşti”[18] Roland Barthes’ın “Fransız sosyalist gerçekçiliğinin de” bu tuzağa kapıldığı savını anımsatatarak söyleyelim varoluş nedenini yadsıyan fotogerçekçi bir mecraya kaydı.

Terimi 1835’te ilk kez Rembrant’ yeni-klasik-resmin “şiirsellik ideal”ne karşı “insanî gerçek” anlamında kullanır.[19] Bu ilk anlamına karşın yukarda andığımız somut olana takıntılı[20] macerasının bir bedel olduğunu dolayısıyla biçimsel yenileşmesini geciktirdiğini[21] vurgular. Oysa“romanın gerçekliği, sunduğu yaşam tarzından değil onu sunuş tarzından kaynaklanır.”[22] Biz, bunun şiir için ontolojik bir nitelik ve gereç olduğunu ekleyelim.

Demek ki “insanî gerçek” gerçekçilikten çok doğruculuk olarak adlandırılsa daha doğru olurdu. Bu bağlamda natürealizme doğacı doğruculuk, sürrealizme gerçek üstü doğruculuk, büyülü gerçekçiliğe, büyülü doğruculuk, eleştirel gerçekçiliğe eleştirel doğruculuk, toplumcu gerçekçiliğe toplumcu doğruculuk(ya da hakikilik?) demiş olsaydık şimdi doğruculuk sonrası/ötesi ya da post-truth bize bu kadar şaşırtıcı gelmeyebilirdi.

Gerçek’le ilişkimizde algı ve bilinç olarak sorun yaratan bu göstergeye bağlı edimlerimizi olması gereken yere oturmak için önce

Bilgi, nesneye yönelen öznenin bilinci midir, gerçek, nesnel midir yoksa insan bilincinin ona verdiği anlam mıdır? Düşünürken, insan zihninde ilinekselve olumsal inançlar olduğu tezinden mi yola koyuluyoruz yoksa olgusal mı düşünüyoruz? Dilin mantıksal yapısına göre mi tasımda bulunuyoruz, bilginin oluşumunu bilinçli deneyimlere mi, anlama ve anlama ediminin kendisine mi, dilde içkin bilinçsiz ilkelere mi bağlıyoruz? Yani dilin bilinçdışına göre biçimlendiğini, dolayısıyla bizden bağımsız olmayan gerçekliğin yapısını kavramada bir ölçüt olduğunu mu düşünüyoruz? Yoksa ideaları zihinsel varoluşa bağlayıp gerçek olmadıklarını, tümellerin birer ad olduklarını mı?

Konudan daha fazla uzaklaşmadan söyleyelim: Bu gibi görünüş ve gerçek arasındaki farka ilişkin çarpık önermelerle biçimlenen hem politik hem de ekonomik egemenlerin ideolojisi gerçeği çarpıtır. Onların ideolojisi ve kanaatleri egemen olsa da aslolan maddi üretimdir ve bilinç ona göre biçimlenir.

Özcesi gerçek orda bilincimizden bağımsız ve bilincimizi etkileyip biçimlendiren bir varlıksa ve zamanla değişiyorsa bilgimiz, bilincimiz de değişiyor demektir ki bu gerçekliğin de değişkenliği anlamına gelir. Bu bağlamda post-truth’a yakıştırılan anlamlardan ‘hakikat sonrası’ tasavvuru anlamı değişmez bir hakikat olarak belirliyorsa hemen söyleyelim en büyük yalan hakikati böyle bir bağlama oturtup zaman üstü olduğunu söylemektir.

Şimdi burdan konumuza dönüp genellemede bulunursak bu soruların kafamızda yarattığı çağrışımlarla bile gerçekçiliğin çeşitliliği anlaşılabilir diye düşünüyorum. Bu arada tasavvufi tasavvur içinde evren tanrının yansımadır diyenler olabilir aşırı veya paranoid yorum olarak birileri de kalkıp gerçek yoktur diyebilir. Şimdilerde Platon ve Kaku’nun dediği gibi veya CERN deneylerinin hipotez olarak ortaya koydukları gibi anti-madde/karanlık maddenin yansımasıdır denebiliyorsa gerçek yoktur diyen haklılık kazanabilir.

İlginç olan şudur ki XI. yüzyılda Ortadoğu’da geliştirilip popülerleştirilen bu evren görüşü aslında , Heraklitos’tan, Buda’dan da öncesinden gelmekte. Bundan olsa gerek ki insanlık mitleri yaratmış ve bu mitlerin birçoğunda evreni bir yansıma olarak tasarımlamıştır. Mitleri, romanları, şiirleri alegori veya simgeleştirme, hatta CERN’deki hipotezi fantastik bir deneme saysak bile insanlığın bunca teşne olduğu bu ilgiyi yabana atamayız.

Kaldı ki gerçeğin dolayımlaması, soyutlanıp biçimden biçime sokulması hoşumuza da gidiyor, hem yaratıcısı hem alıcısı için bir oyun olup estetik haz dediğimiz, arzunun doyumunu sağlıyor. Yani bizi mutlu ediyor.

Post truth’a dönelim, işin özeti ne derseniz, bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere gerçeklik dediğimiz şey bir algı, hatta algı yanılması ve algının seçiciliği meselesi. Ve mutlak diye bir şey yok, dolayısıyla mutlak anlam da yoksa her türlü öznelliğe saygı gerekir. Saygıda zorlanmamızın nedeni bir, eğitimimizin içeriği; iki bu saygının sınırına ilişkin kaygımız. Sınırsız saygı saygısızlık anlamına da gelebilir çünkü.

İlk mitlerimizden beri bizi gerçek ötesine götürüp getiren destanlar, tragedyalar birer fantastik edebiyat örneğidir. Gerçekle bağları anlamları ve yorumlarıdır yalnızca. Bugünse bilim ve teknoloji; nano, geliştirilmekte olan piko teknolojileriyle gerçekten de gerçekçi simülasyonlar yaratılabiliyor. Hatta Baudrillard’ın dediği gibi bütün hayat disneyladlaştırılmakta. Newton fiziği çoktan bir kenara kondu, Einstein fiziği de artık pek yüz görmez olmuştur, tam çağımız kuantum fiziği çağı diyorken CERN deneyi onu da tartışmalı duruma getirdi.

Zaman ve mekan engeli tanımayan karakterler ve kurmacaların zamanına gelmiş bulunuyoruz. Matrix filmi, bunun olanağını gösterdi doksanlarda. Onun yolundan geçenler sanal evrenin zamandan, mekandan ve yerçekiminden münezeh yüzeyinde her türlü efekti deneyebiliyorlar. Özel gözlüklerle insanı filimlerin içine alabiliyorlar, orda karakterlerden biri gibi oyuna katılabiliyor.

Olup bitenlerin bu kısa anlatımında bile konumuz şiir olduğu halde kendimizi görsel sanatlardan alamadık. Çünkü bütün bunlar olup biterken en fantastik sanat olan, imgeyi sınırsızca biçimlendirmiş olarak bilinen şiir pek söze karıştırılmıyor.

Eski dergileri karıştırırsanız, üç beş yılda bir “şiir ölüyor mu” sormacalarıyla karşılaşırsınız. O zamanki kaygı belki bir sezgi belki de fantastik bir konuydu. Ama son yirmi beş yıldır artık gerçekleşiyor. Çünkü söz statüsünü kaybediyor. “Önce söz vardı” , “sözde büyü vardır” diyen ’ın vb din ve mitolojilerin ve tabii ki modernitenin de söze atfettikleri değer, yazıdan da resimden de öncesine dayanır.

Ama biz insanlar, doğadaki canlılardan herhangi biriyken, yani henüz insan değilken söz yoktu ve görsel imlerle iletişim kuruyorduk. Kaku’nun savı doğrultusunda eşduyumla anlaşıyorduk diyelim, beyinlerimiz arasındaki elektro manyetik dalgalarla, sözü ve kendimizi dönüştürdük, sonra önceki alışkanlıklarımızın uzantısı olarak duvar resimleri, heykelcikler yaptık. Baktık ki derdimizi anlatmakta yetersiz kalıyorlar, soyut yazıyı ve alfabeyi yarattık. Bütün bunlar birer araç, aslolansa eşduyumdur. Aslolan eşduyumsa araçların ötesindedir, dolayısıyla fazlalıktırlar. Dolayısıyla ne olduğu da önemli değil, yasadışı, ahlaksızca veya erdemsizce olması da mübahtır.

Tabiri caizse damardan girmeyi gözetenlerin yeni mümin yaratım dalaveresi olarak turâht/Post- truth edimi veya bunu deşifre etmek, önünü kesmek için gündemleştiriliyor olabilir. Şimdilik bir yöntem öngörüsü aşamasında, ilerde ne olacaksa o, olacak.

Bir de şurdan bakalım: Sözü/dili yaratırken eşduyum yetimizi kaybettik mi, ya da yazıyı icat edince zihnimizi? Birincisi insan evriminin ilk adımıydı; ikincisi kültüründeki devrim. Günümüzün fantastik kurmacaları yazıdan daha büyük bir devrimin habercisi. Bu devrim ikisinin bileşkesi ve birincisi gibi insanın yalnız düşüncesinde ve kültüründeki değişimle kalmayacak başkalaşımına, başka bir varlığa evrilmesine yol açacak gibi görünüyor.

Sanatın holografik mahalle sakinleri olarak bizler bu uzamda ne yapmalıyız?

Evrensel Adalet İçin Şiirsel Yalan

Canlılık/dirim konusunda da bir kanaatin sürdürücüleriyiz ve yaratılmış olan bu simülasyon içindeyiz. Canlılığı enerjinin bir biçimi sayan dolayısıyla her bir varlığı o enerjinin niteliği oranında canlı gören ilkeye göre yaşamsal besin kayanağı su enerjisi gibi insanın ortaya çıkma biçimleri cinsellik, tinsellik ve emek sanatın işi ve kaynağıdır. Ağaçtaki meyveye uzanırken başlayan insanlaşma serüvenimiz, dili, ahlakı, dini yaratırken bir yere evrilmişti. Belki de dili yalan için yaratmıştık. Yazı ve okuryazarlık kültürüyle başladığımız teleolojik kulvarda üst-insan, insan-ı kamil rotasına/potasına girmiştik. Bu insanlaşma denilen pharmakonun bir işleviydi, diğeri yabancılaşma.

İnsan yabancılaşmasını gerekçelendirmek durumundaydı, onu insanın ve doğanın aleyhine yönlendirenler. Kültür, özellikle bilim, teknoloji ve felsefeye bunu da yüklenmişlerdi. Bilim ve teknolojiyi insanın doğayla baş edebilmesinin ve yaşamını sürdürebilmesinin olanağı olarak zorunlu görebiliriz. Ama felsefenin yaşamın anlamını açıklarken kanaat mühendisliğinin, moda tabirle post-truthtun aracına dönüştürülmesinin kasıt taşımadığını söylemek zor. Belki kalemşorlarının masumiyet karinesini gözeterek yanlış bilinç denebilir. Sanatsa bunun farkındalığına sahiptir ve doğrultusunu daha başından belirlemiştir: Din olarak/ideoloji olarak çarpıtılmış gerçekliğe/önemsizleştirilmiş gerçekliğe tersinden bakarak doğruyu duyurmak/duyumsatmak. Gerçekliği yansılayıp yalanı yalanlarken doğruya varmak.

Sanata aşkınlık atfedenler veya ahlakın ahlaksızlığını görmezden gelenleri irkiltmemek için yalan ve ikna sanatı politik yalanlar ile sanatsal yalanları ayırdığımızı söyleyelim: Resmi ideoloji/devlet ideolojisi gerçeğin çarpıtılarak üretildiği hakikatlerle kurgulanır. Devlet, hâlâ aya gidilemeyeceğini savunanlar olduğu gibi, çıkarına uygun bulursa dairenin 300 derece olduğunu savunan akademisyenler bulabilir. Böylesi kendiliğin sapkın, sadistik yanına dayalı yalancılık, hakikati gizlemek yok etmekle kalmaz aynı zamanda onu taklid eder, onun yerine geçmek ister. Ve akıl hocaları Machiavelli gibi meşrulaştırır, onu rızanın üretiminde İnkâr ettiği gerçeğin yerine geçip hakikati siler, narsistik biçimde kendi bilgisinin ve hakikatinin mutlak doğruluğunu koyar. Bu hallüsünasyondan da öte bir şeydir. Dahası karşısındakini de aşağılar, hatta hiç eder.

Konuya dönersek sanatın sahici ve iyi niyetli olduğunu, dolayısıyla samimi olarak yalanını itiraftan kaçınmadığını, hatta bir önkabul olarak yalanı gereç edindiğini belirtelim. Evet, şair “her vadide sersemce dolaşır ve görmediği şeyleri söyler.”[23] Çünkü görmek istedikleri yoktur. Amacı ise hakikati gizlemek yok etmek değil, insanı mutlu etmektir. Bu arada doğruyu gösterir, bir hakikat ölçüsü bir vicdan muhasebesi ortaya koyar. Buna rağmen neden yalana gerek duyar, sorusuna yanıt olarak soralım: Bir insanın başka birinin acısını ya da sevincini hissetmesi için başka nasıl bir dolayıma sapılabilir? Başka örnekler de verilebilir. Hayvanlarda bile yalan varsa ontolojik bir boyutu var demektir. Her neyse genel anlamda yalan söyleyenin kendini koruma amacına dayanır; onunla hayata bağlanır çünkü. Bundandır ki kimi zaman yalan hakikatten de ideolojiden de daha güçlüdür. Hem sanat hem psot-truth bunu gösterir.

Öte yandan ölüm tahdidi altındaki varoluşumuzun yarattığı bunaltıyı aşmak ya da gündelik rutinden uzaklaşmak veya sevilmek, olumlanmak gibi kişiliğini onarmaya dönük ama başkasına da zarar vermeyen yalanlar sağlıklı herkesin deneyimlerindendir. Bunu da sanatın gerçeğe bakan yalan dünyasını da yerli yerine koymak gerek.

Diyaloglar’da sanatı aldatma işlevinden ötürü öven Gorgias gibi Ahmet Muhip Dıranas’ın Olvido şiirindeki “Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!/Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;/Her garipsi ayak izi kar içinde/Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.//[…] Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni” dizelerindeki anlamda gerçeği yadsıma, onun yerine düşlemlerini koyma biçiminde olabilir bu. Ama bunun ötesinde sanat gerçeğin yansılaması olarak bir yanılsama edimidir zaten. Düş ve uykunun taşıyıcısı, yazının ve retoriğin ustası, Hermes’in bundan olsa gerek, düzenci(düzeni meşrulaştırıcı: system justification) değil, aldatıcı ve düzenbaz olarak büyüleyici yeteneğinin bir biçimi ve anlatımın üçüncü boyutuyla yarattığı özdeşleyim her sanatçı için övgü kaynağıdır.

Gerçi Brecht sanat ile alıcı arasındaki özdeşleyim mesafesinin korunmasını, yanılsamaya kapılınmaması uyarısını yapar ama sonuçta yaratım anındaki sanatçı da izleyici/dinleyici/okur da mesafeyi ihlâlden kendini alamaz.

Yaşlı Adam şiirinin “hiçbir doğru yanı olmadığının farkına” vardığını “yalanın gerçeğin yaşlılığı” olduğunu söyleyen yaşlanmaya başlamış Kavafis’in devamla “içtenlikten söz ediyorsa sanat bu büyük bir aldatmacadır” çünkü “yalan söylemeye başladığı zaman sanat bir tür coşkunluk içine girer”[24] diyerek dile getirdiği naif samimi itirafı doğrusunu söylemek gerekirse sanatsal yalan ile gündelik yalanı karıştırmaktan kaynaklanıyor.

Ayrıca geçeklik gerçekten başka bir şeydir. Sanat bir bakıma ontolojik olarak yalanın yalanlanmasının bir biçimidir demek daha doğru ve coşkunluğu da bu gerilimden kaynaklanır. Derrida başta olmak üzere metinselcilerin kaçışı da Budrillard’ın kehanetimsi ‘hallüsünasyonları’ da buna bağlanabilir. Adım adım veya yer yer Platon’un Devlet’iyle karşılaşan patetik aydın kaçıp sığınacak yer arar; bu, bazen inziva/hermitage olur bazen sanat.

Alıcı ve yaratıcı olarak gerçek’in yerine doğada ve toplumda olmayan ama olması gereken düşlemi/imgeseli geçirmeye çalışırken duyumsanan estetik dediğimiz haz da bundandır. oğunlukla bir sekr/bir ekstazi, Budelaire’in “Esrarın Şiiri” dediği üzere bir esrime hâli olsa da Dranas’ın şiirindeki gibi bile isteye bir aldanıştır. Bir yanıyla -belki özünde demeli- ontolojik haksızlığı gidermeye yönelik şiirsellik yoluyla adalet sağlama girişimi de diyebiliriz.

Poetikanın ironiye, tersineli anlatıma sıkça başvuruşunu da buna bağlayabiliriz. Sanatın kuru bir kopya/mimesis olmayıp arındırıcı/katharsis işlevi poetika ile retoriğin farklarından biridir ve kandırmaca değil. Olageldiği gibi yabancılaşmanın uygarlığın(olumladığımız yanı kültür de dahil) yadsınmasıdır. Onu, tersyüz edilmiş gerçeğin doğrusunu düşlemyebilene duyumsatmaktır amaç. Bir açıdan da varlığın üç devimli oluş hâli veya diyalektik yasa gereği kendini aşıp karşıtına dönüşmesidir bu. Her sav, her önerme bir karşı-savı, yani yadsımasını içinde taşır, bu çatışmadan yeni bireşime varılır.

Hiç kuşkusuz doğaya/insan doğamıza dönüş çağrısı, dönüş girişimi, deneyimi de değil. Belki de Derrida’nın différans dediği bir arayüzeyde varoluşsal bir mutluluğu var kılmaktır. Belki de her canlının, nerdeyse her şeyin varlığını sürdürmeye ilişkin tutkusunun sezinlenir gibi olan anlamının duyumsanır kılınması. Bazen söylemeden dediğimiz gibi bir esrime yaratarak bunu yaşatır, bazen Dranas’ın dediği gibi bilinçli bir aldanış, bazen Kavafis’inki gibi bir samimi itiraf olabilir. Bazen Foucault’nun dediği gibi hakikatin tüm dünyada korunması gereken bir bütünlük olduğu gizemciliğini yıkmak gerekir, bazen de bu hazzı yaşatırken Brecht’teki gibi kurtuluş kanalı olarak gerçeği göstermek.

Kısacası gerçeklik/hakikat ötesi mi gerçeklik/hakikat aşırı mı, gerçeklik/hakikat sonrası mı, fantazma mı ne diyeceksek, o sanatın ve şiirin yabancısı değil; ordan dünyaya bakar ve gözlerindeki dünyayı görmemizi sağlar. Hani Horatius demişti ya, “anlatılan senin hikâyendir.” Evet, simülasyon, habitus, değil; sanatın gözlerindeki bu hakikattir senin hikayen. “İnsanlar gülüyordu de/trende, vapurda, otobüste/yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle/Dur! Bırak!/Kalsın açma televizyonu.”[25]

-------------------------------

[1] René Descartes, Felsefenin İlkeleri’nden aktaran Macit Gökberk, Felsefenin Evrimi, MEB Y., İstanbul, 1979, s. 241

[2] Bkz. Şerif Mardin, (Derleyen), Orta Doğu’da Kültürel Değişmeler, Çev. Birgül Koçak, Doğubatı Y. Ankara, 2007, s. 103, 107.

[3] Konuya yer verilen makalenin başlığı: Zamanımızın Ruhunda Özgürlük ve Demokrasi Konusundaki Çıkmazın Tarihsel Kökeni, al-Mustaqbal al-Arabî, dergisinin Ocak-1979 tarihli sayısında, daha sonra da Arap Birliği Çalışmaları Merkezi’nce 1983’te ve 1984’te yayınlanır.

[4] Fedwa Malti-Douglas, “Bir İslami Uyanış Edebiyatı mı? Şeyh Kişk’in Otobiyografisi”, Ortadoğu’da Kültürel Değişmeler, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 2007, s. 138.

[5] Ortadoğu’da Kültürel Değişmeler, s. 138.

[6] Bkz. Hayri K. Yetik, Arkaik Ortadoğu, Güncellenen Metinlerin Kurgusökümü, Ayrıntı Y. İstanbul, 2015, s. 225 ve 20, 122, 210, 260, 310. Romantik Ortadoğu/Metinlerarası Bir Deneme, Ayrıntı Y. s. 232

[7] İslam düşüncesine ait literatür, söylemsel toplam. True(hakiki) sözcüğünün kök anlamı olan being true to’(truth, bir şeye sadık olma) ile yakın anlamda kullanılmakta. Almancadaki treu de sadık bağlı anlamına gelir. İsa’nın “yol, hakikat ve hayat benim” ayetiyle de ilişkisi kurulabilir. Dinsel hakikat insanın nişanlanma(troth) deneyimine de benzetilebilir.(Bkz. Simon Critchley İmansızların İmanı/Siyasal Teoloji Deneyleri, s. 178) Kuran’a eklemlenen Arapça her türlü sözellik. Muhalifleri de dahil Müslüman kültürüyle üretilmiş her metin az çok buna katılmıştır.

[8] Poetikayı kanıksanmış dar anlamıyla şiir anlayışı, ama çoğunlukla geniş anlamıyla sanat edimi ve sanat felsefesi olarak kullanmaktayım.

[9] VII. yy Japonya’da etkin olmuş Şintoizm ile Budizmi sentezlemiş Hossö tarikatı lideri.

[10] Georges Bataille, Din Kuramı/İnsanlaşma Sürecinde Dinin Oluşumu, Göçebe Y., çev. Mukadder Yakupoğlu, 1997, s. 30

[11] İbrahimi mitolojinin ezel toplantısı/“Elest Bezm’inde henüz bedenlenmemiş ruhlara “ben sizin Tanrınız değil miyim” diye sorması, onlardan “onay” alması biçimindeki sözleşmenin özü olarak düşünülebilir hakikat. Platon’un güneşi ve güneştekileri gibi. Midraş’a göre “bu dünya Tanrının sevilmesi için bir sureti veya ayakizidir.” Sina da Tanrının verdiği on emir(Tevrat) hem yazılıydı hem de sözlü. Gündüzleri tanrının yazısını, geceleri sözlü buyruğunu okurdu Musa. Aziz Bonaventura Hezekiel’in kitabının hem söz hem de dünya olduğunu söyler: “İki kitap vardır, biri içeriden yazılmış, Tanrının ezeli sanatı ve bilgeliğiyle, diğeri dışarıdan yazılmış algılanabilir dünyadır. Bu bağlamda gözönüne alınabilir bu imgeler.

[12] Michio Kaku, çev. Hüseyin Oymak, Yasemin Saraç Oymak, ODTÜ Y., Ankara, 2014

[13] Simülakr, s. 13, 14

[14] Ciddi bir kişilik bozukluğu olarak yalan söyleyen, patolojik yalancı.

[15] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s. 33

[16] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s. 34

[17] Bkz. Yalın Alpay, Yalan’ın Siyaset’i, Post-Truth, Destek Y. İstanbul, Ekim-2017

[18] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, s. 60

[19] Ian Watt - Roland Barthes, Roman ve Gerçek Etkisi, Donkişot/Corpus Y., İstanbul, 2002, s. 10

[20] A. g. e. s. 70

[21] A. g. e. s. 17

[22] A. g. e. s. 11

[23] Kur’an, Şu’âra Suresi, 224. Ayet.

[24] Konstantinos Kavafis, Sanat Her Zaman Yalan Söylemez mi? Çev. Samih Rifat, YKY., İstanbul, 1993

[25] Nazım Hikmet’in şiirinden uyarlanmış Cem Karaca’nın Hep Kahır şarkısından.

Tanıtılan Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page