top of page

SOYUT YAZININ İKTİDARINDAN TEKNOLOJİK İKONLARA

Çiviyazılarının dünyevi tasarımı uygarlığımızın ilk yarısında egemendi; hiyerogliflerin uhrevi içeriği ise başta israiloğulları olmak üzere dharma ve ezoterik akımlarla birlikte geri kalan yarısının baş aktörü oldu, hem iktidarda hem muhalefette. Bu süreçlerde nerdeyse hiç eksik olmamış savaşsa. bilimin, felsefenin, sanatın ve dinin ikna edici olmadığını gösterir; savaş silahlı politika, politika silahsız savaş savını doğrulayacak bir biçimde. Resmi olsun popüler olsun, tarihe bakılırsa silahlı politikanın tartışılmayacak egemenliği sözkonusudur burda; görüntüden gerçeğe ulaşmaya çalışan tarihçilerin bile bilim ve sanatın gücünü görüp anlaması, hele de anlatması sık rastlanan türden bir bilgi ve görüş değil; fethedenin fethedilmesi diyebileceğimiz, kültürel değişimin ta kendisi olan uygarlığımız yaşanmamış, bugün onun sonucu değil gibi.

Aralarındaki biçimsel farklılık bağlamında söz; beylik ifadeyle uçar, yazı kalır; ‘fiskos’ gazetesi olarak bazen yazıdan etkili olduğu görülür; ama yazı merkez olur; çekim merkezi oluşturur. İktidar donanımıdır. Tarihin başına koyduğumuz uygarlıklarımız antik Mısır ve Sümer’e bu ayrıcalıklı yeri sağlayan yazılarıdır.

Sümer uygarlığı da Mısır uygarlığı da savaşlar ve çok az olarak isyanlarla anlatılır; oysa bu iki uygarlığı da güneyden gelenlerin; sümer ülkesini sami kavimlerinin ve amurruların, Mısır’ı güneyden gelen hâmilerin, sonra asyalı barbarların ekonomik nedenlerle, halk olarak tarihi biçimlendirdiklerine pek değinilmez; ele geçirdikleri yerleşim alanlarında hâmileştirildikleri, sümerlileştirildikleri ise nerdeyse farkedilmez. Bu, yalnız bu uygarlıklara özgü değil. Perslerin medlileştirilmesi de böyledir, fenikelilerin yunanlılaştırılması da. Bu anlamdaki asimilasyon Avrupa’da da görülür; akınlarıyla Avrupayı ele geçiren barbarlar süreç sonunda hıristiyanlaşırlar. Türklerinki de böyledir; Selçuklu ve Osmanlı Devletleri’yle Ortadoğu’yu ve Anadolu’yu fethederler; ama müslümanlaşırlar, bir bakıma araplaşmış olurlar. Siyasi egemenlik kültürel asimilasyonla tersine döndürülmüş olur. rumlaşma modernleşme biçiminde batılılaşma olarak XX. yüzyıla kalır.

Toynbee, Suriye uygarlığı olarak adlandırdığı Ortadoğu’daki kültürel dinamiğin üç bileşeni arasına fenike yazısını koyar. Ticareti ve tek tanrı fikrini Akdeniz kıyılarına, Atlas Okyanusu’na dek yayan bu kavim alfabeleriyle de bütün zamanların temelini oluşturken Platon yazıyı insanlık dışı, nesnemsi ve belleği zayıflatıcı bulur.

3700 yıl kadar öncesine tarihlenen sümerlere ait Kramer’in Okul Günleri adını verdiği bir tablette baba oğlundan yakınırken avarelik etmemesini, okula gitmesini, eskilerin deneyimlerinden ders çıkarmasını, sanat tanrısının yaratımı olan yazı sanatını öğrenmesini, yazman olmasını istemektedir, babanın dileği tanrılar tanrısı Enlil’in buyruğu sayılır. Sümer oğul Turgenyev’in Babalar ve Oğullar roman kahramanı Bazarov gibi şiiri küçümsüyor olmalı ki babası, aynı zamanda şiirsel olana övgüde bulunuyor. Fuzûlî’nin Rind ü Zahid’inde de benzer bir durum var; baba oğlunun yazı sanatını öğrenmesi gerektiğini anımsatıyor.

Bilgelik ve yazı ödevinin yerine getirilmesine ilişkin vurgu iki metinde de dikkat çekicidir. Yazının tanrısal bir erdem olduğunu, peygamberin tebliğini taşıdığını söylemesine karşılık Rind şöyle yanıtlar babasını: “Yazı tanrıyı bilmenin koşulu olduğu doğru olamaz. Bilgelik yazıya bağlı değil. Peygamberin ümmi oluşu buna kanıttır.”

İlk zamanlar, olasılıkla yazının bulunuşunun başlarında sümer yaşlılarının “çocuklarımızın bellekleri n’olacak” diyerek tepki gösterdiğine bakılırsa Platon’un kaygısını sümerler de düşünmüş, “Yazının insan bilincini en çok değiştiren tekil buluş”1 olduğunun bilincine varmış olmalılar. Gerçekten de “matbaa, bilgisayar teknolojilerinden de zorlayıcı olanı yazıdır. Çünkü gerek matbaa gerekse bilgisayar, dinamik sesi suskun mekâna indirgeyen, kelimeyi yaşanan andan koparan yazının açtığı yolda ilerlemişlerdir yalnızca.”2

Savaş, iktidarın silahı olarak şiddet ve baskı uygulayadursun, yazı beş bin yıl sonra bile, adaletin, gerçeğin ve muhalefetin mevzisi olarak onun yazgısına müdahale eder. İslam yazısının kendinden öncesini batıl ve cahilliye ilan etmesi gibi Aydınlanma dönemi Aristo’yu, Sokrat’ı onların köprüsünden geçerek öğrenmiş olduğunu yoksayıp uygarlığın başına İon’u koyarak yeni bir söylem kurgulanır. Sözkonusu kurgunun oluşturulduğu yıllarda hiyeroglifler ve çiviyazısı dediğimiz Sümer yazısı beş bin yıl öteden gelip bu işgüzarlığı boşa çıkarır. Tam da tarihin başına vardık, onu da uygarlığın mirasına katıyoruz diyecekken 1883’te Mu metinleri keşfedilir; kılıcın belirlediği, bir başka deyişle kılıca göre kurgulanan tarih bir kez daha yazıca yerinden edilir.

Bilindiği gibi yazı, kendi başına anlaşılmaz imlerden başka bir şey değildir; sözün sessel olması gibi çizgisel göstergesidir anlamın; ama, anlamlar dizgesine dayanır veya anlamlar dizgesi yaratır. Anlamlar dizgesi doğa, evren ve toplum algısından kaynaklanır, bir de özne olarak insana verilen değerden. Söz de yazı da çoğu zaman harfleri, heceleri ve kavramları simgelemenin ötesinde insan, doğa, evren ve toplum tasarımının simgesidir.

İslâmî söyleme göre tefekkür ilmi de denilen kelâm, konuşanın bilincindeki anlama denir. “İnne’el-kelâme lefi’l-fuâd”(gerçek kelâm/söz kalptedir.) Bu sofistike tanımın öncülü olan “Önce söz vardı” sözden çok tanrıya göndermedir; çünkü, Hz. İsa, aynı zamanda kendini bir söz olarak betimler. Müjde olmaktan ileri gidip “ben sözüm” der. Üçlemenin bir görünümü olarak, ikincisi İncil sayılabileceği gibi Tevrat da olabilir. Bu, ilk çağlarda söze verilen değerin verimli ve etkili biçimde kullanılmasının göstergesidir.

Tanrıyı kendisinden zuhur edilen bir önce, bir öncül olarak tasarımlamak, yer yer insanla özdeş, yer yer antropomorfizm anlayışıyla yoruma katmak kozmogoninin kapsamında ve gündelik ilişkilerde olsun her zaman tarih felsefesini de ele verir. Tersinden de söylenebilir bu, tarih felsefesi, kozmogoniyi ve tanrı tasarımını belirler. Kim tarihi neye bağlarsa bağlasın nesnesi ve öznesi insanlardır; öne veya sona üretim araçlarını almak bunu değiştirmez, yumurta tavuk örneği gibi.

Hemen belirtmeliyim ki hıristiyanlığın eşdeyişle İncil’in söze yüklediği anlam etkilendiği dinler için geçerli olduğu gibi islâmiyet içinde de varlığını korur. Sözgelimi açık ve etkili ifadesiyle övünen peygamberliğinin beş ayrıcalığından biri olarak Hz. Muhammed de şöyle diyecektir: “bana sözlerin en özlüleri(cevâmi’ul-kelim) verildi”

Yalnızca bundan değil, daha birçok nedenle Kur’ân’ın kelâm(Tanrısal söz) mı, sıradan bir metin mi olduğu tartışılmıştır; ama, popüler algı bir galat-ı meşhur olsa bile kelâmının ötesinde tanrının kendisini görmektir. Rig-Veda’da sözün gücü tanrının gücüne yakındır, İonya’da kosmosun yönetim merkezidir söz. Sıradan insanın tanrıyla sözünü karıştırması olağan; ama, konunun uzmanları için bile kaygan sınır ve netameli bir yerdir burası. Çünkü toplumsal bilinçaltımızın kaynaklandığı totemist psikolojimizin etkisinde olarak sessel ve çizgisel göstergesiyle karşıladığı nesneyi özdeş görmeye teşneyiz.

Kuramını bir din olarak öne sürmemiş olan Konfüçyüs için bile söz tarihin temel devindiricisi, yaşama yön veren anlamlar evreninin potansiyel gücüdür. Kısacası, hemen bütün dinlerde görüldüğü gibi islâm da sözü temel arguman olarak önemseyen bir kurguya sahiptir.

Kendini sözle gerçekleyen bu söylemlerin insanı ve tarihini sözle, konuşmayla başlattığını söylemek sıradan bir saptama gibi görünebilir; ama söz, bir gizli-özne gibi hem bu düşünsel oluşumların ruhunu hem de tarihin ruhunun muhafazası olarak günümüze dek işlevsel olmuştur.

İnsan nerede başlar, uygarlık nerede? Tanrı, Âdem’i yarattı ve ona eşyanın adlarını öğretti veya verdi. Bildik dinlerin yanıtı bu; ama, dikkat edilecek olursa söz, yaratılmanın hemen ardından gelen bir iletişim gereci ve bir uygarlık göstergesi. Varolma ve yaşama iradesinin hemen ardından iletişimin gelmesi. Tanrının nedeni yoktur, nedeni yine kendisidir. Tanrının varolma ve varlığını görünür kılma niyeti aynı andadır; söz de tam bu ana denk düşer. “kün/ol” demiştir ve evren olmuştur. Anımsatma olarak söyleyelim: Tevrat’ın bu tasarımını islâm da paylaşır.

Kutsal kitaplar denilen, metinlerin yazı yerine sözle sözcelenmişliği bir rastlantı olmayıp peygamberlerin irticalen söylediklerinden ibaret değildir; binlerce yılın, ortak aklın, ortak belleğin ve ortak deneyimin düzenleyip söz kalıbından yazı kalıbına döktükleridir. Anlaşılacağı üzere onların izleğinin bir mantığa oturtulduğunu söylemek istiyorum. Bu mantık “yazılı iletişimin birincil işlevinin köleliği kolaylaştırmak...” olduğunu söyleyen Levi Strauss’u önceleyen bir görüşün kurgusudur.

Bilineceği gibi totemistin/putperestin kutsalı put ve totem değil; Mana dininde ifadesini bulduğu gibi onun içerdiği gizilgüç olması üzre yazı anlamın kalıbı olmaktadır; ama, ikisinin karıştırılması doğal, ayrıştırılması zordur. Bu yüzden yazı da kutsal ad edilir.

Düşüncenin söze dönüşümü yüzbinlerle sözcelenecek bir zamanda gerçekleşmiş. Yazıya dökülmesi de kolay olmamıştır; yaygın olarak kullanılmaya başlandığında Mu uygarlığı ve metinleri ve elbetteki yazıları bir kalpazanlıksa Sümer’den başlatarak yazı beş bin yaşındadır, diyebiliriz. Yazının nasıl görüldüğü de Mu Uygarlığının keşfine ilişkin hikâye de uydurma olsa bile olacakların, ona biçilen yazgının, yüklenen misyonun bir işareti gibidir.

Gizem dinlerinin ezoterik mezheplerin dillerinin simgeselliği, anlatılarda sıkça alegoriye başvurmaları hem bir politik, sosyo psikolojik tutum hem de yasaklılığın sonucudur. Ortadoğu’da devrimler, ihtilaller gerçekleştirmiş, devletler kurmuş ismailîlerin manifestosu İhvanü’s Safâ Risaleleri simgesel bir dil kullanmıştır; sümer yazıtları içinde böyle bir yaklaşım var, Kumran Parşömenleri, antik Mısır’ın orphic kültü ve sabiî metinleri de öyle… Kabala zaten bu gizlilik dolayısıyla sözlü bir gelenektir… Kimi zaman ilerisürdükleri fizikötesi savların gerçekdışı olmasını gizlemek için; ama çokça yerleşik ve egemen söylemi yerinden edecek argümanlar barındırdığından, tepki aldığından bu yola başvurulmuştur.

Bu siyasi kamuflaşın dışında evrenin algılanmasıyla ilgili olarak doğaya özgü bir giz, bir içkinlik görüşü var. İhvanü’s Safâ Risâleleri’ne göre “tanrı duyumlarımıza yansıyan dış evrende ancak akılla anlaşılabilen iç evrenin simgelerini vermektedir. Böylece zahir batını göstermekte ve yansıtmaktadır.”

“Sana kitabı indiren odur, onun bir kısmı manası apaçık âyetlerdir. Bunlar kitabın temelidir. Diğer bir kısmı da çeşitli manalara benzerlik gösterirler. Kalplerinde eğrilik olanlar fitne çıkarmak için ve kendilerine göre yorumlamak için çeşitli manası olanlara uyarlar. Halbuki onların yorumunu ancak Allah bilir. Bilimde derinleşmiş olanlar ise ‘ona inandık, hepsi de rabbimizdendir’ derler. Bunları ancak tam akıl sahibi olanlar düşünür ve anlar.”3

Oluşumu ilk âyetin dillendirilmesinden yirmi yıl önceye götürülen Kur’ân’ın, reel anlamıyla indiği sırada(nüzulı sırasında) kitap oluşu simgeseldir; bir sürecin sonunda birikmiş, peygamberin ölümünden sonra ama, araştırmaların, tartışmaların sonunda derlenip tamamlanmıştır. Bu durum, bilinen bilinmeyen eksikleri bağlamında değerlendirilmesini zorunlu kılıyor. İslâm teologları bildik kuşkularla sorgulanmasına karşı çıkıyor; dayanak Enâ’m Sûresi’ndeki uyarıdır, “doğruluk ve adâlet bakımından” eksiksizdir ve değiştirilemez. İleri sürülmüş, sözgelimi cahmiye okulunun ‘kul sözü’ olduğu veya en-Nazzâm’ın onun tansık olmadığı, daha iyisinin yapılabileceği savı gibi, çekincelere karşı ilm-i kelâm ehline göre yaratılan harfler ve seslerdir, yani gösteren; ancak, yaratık budur; bunlar kelâm-ı ilâhîyi taşımak içindir. Kur’ân-ı Kerim’se anlamdır, yani gösterilen. Çünkü Allah şekilden, şemalden, sesten münezzehtir; bu nedenle Allahın subûtî niteliklerinden olup kelâm-ı nefsî hâlindedir. Peygamberler de ona göre betimlenmiştir; melekler Hz. Zekeriya’ya: “Allahın dolaysız kelimesini doğrulayan...”(Ali İmran, 38-40) diye seslenirler.

Hz. Muhammed hiçbir biçimde kendini Allahla özdeş(teopatik) durumda tanımlamamıştır. O yalnızca ve hep mütekellimdir(konuşucu). Bu durumda Hz. Muhammed de Allahın kendisiyle konuştuğu kişi ‘kelimullah’ oluyor. Anlaşılması gereken şu: Metnin dili yaratılmıştır; metinde dile gelen öncesiz ‘Allah’tır.

O zaman da yaratılmış olanın, gösterenin, sözkonusu dilin vahy’i yeterli aktarıp aktarmadığı sorusu yanıt bekliyor; metinde dile gelenle metnin dili özdeş olmadığına göre. Doğal olarak her temsilde olduğu gibi dilin temsili de eksiltili olacaktır. “Allah kelâmın en güzelini indirdi; izinli ve âhenkli kitap.”(Zümer Sûresi) âyetindeki ayrım ne oluyor demeye gerek duyulacak olduğunda yanıt hazırdır, Cebrail de dahil vahy’in ruh olarak indiği, ama bu ruh’un bilinen ruh’tan farklı ve insanın algılama kapasitesiyle anlaşılamayacağı bir ‘sır’ biçiminde bulunduğudur. Bunu içselleştirmiş biçimde genel kanı dört katmanlı bir anlamının olduğu, dolayısıyla dört ayrı düzeyde farklı okumalara olanak verdiği yönündedir; bunlar, ibare, halk için; işaret, aydınlar, yarı aydınlar için; letayif, evliyalar ve hakayık da peygamberler içindir.

“Tanrının egemenliğinin sırrı size açıklandı. Ama dışarıda olanlara her şey benzetmelerle anlatılır.”4

Başlangıçtaki muhalif ötekilikleri nedeniyle tarize, tevriyeye, mecaza başvuran ibrahimî dinlerin muhalif yorumcuları da aynı yöntemi kullanır. Bazen de yazının biçimsel olanaklarına gizlenirler. Vahdet-i vücud kuramınının babası sayılan İbn Ârabî, şiirleriyle ve şiir görüşüyle de tepki almış biri. Onun için tanrısal güzelliği en ideal biçimde yansıtan kadın güzelliğidir. Bu algılamaya göre de seksüel albeniyle ilgili değildir bu; kadından sözedilirken sözü edilen aslında tanrısal güzelliktir. Bu güzellik de yüzde aranır/bulunur. Sevgiliyi tanrı olarak betimlenir: “Bizim şiirlerimizin hepsi, ister bir sevgiliye hasbıhâl ile başlasın, ister bir methiye olsun ve isterse de kadın isim ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bu sûretler altındaki ilâhî bilgilerden ibarettir. Biz bir şeyi remzederiz, lugazlaştırırız(bilmeceye dönüştürürüz), ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir.”5

Batınî(içkin) söylemlerin açık veya gizli kendini dönüştürmesine, yeni anlatım olanakları edinmesine koşut başlangıçtaki muhalefet dilinden iktidar olunca uzaklaşmış olan Kur’ân’ın bir iktidar dili olarak yeniden üretilmesi, yerinin berkitilmesi için de gizem etkisi oluşturmaya yönelik özel ve ısrarlı bir çaba görünür.

Belagat tartışmalarından önemlisi i’câz kurumunun inşasıdır. Bir başka ifadeyle söylersek, İslâm egemenliğindeki Ortadoğu’da entelektüeller iktidara dahil olsun olmasın bunun altını çizmiştir; marjinale düşmüş kalenderilik, cavlakîlik gibi akımların, kinik militanlarını saymazsak -ki onlar da katalizör gibi kullanılarak, iktidar söyleminin oluşturulmasına katılmıştır- çoğu muhalif de Yunus Emre, Nesimî gibi bu bağlamda manipüle edilmiştir. Ömer Hayyam gibilerse alandan kovulmuş...

İ’câz temel anlamı bakımından özlü ve etkili, bir başka deyişle mecazlı söz demektir. Ama daha çok her türlü metin için Kur’ân’ı kanon yerine koymak üzere girişilmiş, görece başarılı olmuş bir iktidar girişimidir. Edward Said, Terry Egleton vb Kur’ân’a atfedilen bu niteliğin iğdiş edici olduğunu ileri sürmüş olması bu çabaya göndermedir.

Kur’ân’ın “De ki: ‘Vallahi eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın bir benzerini yapmak üzere toplansalar, birbirlerine destek de olsalar yine de onun benzerini yapamazlar.”6 biçimindeki sözcelerle muarazası(tartışılması)nın önü alınmıştır. Tefsirci, kelamcı, akaid ulemasının ona atfettikleri mucizevi sıfatlardan önemlisi bu dayanaklarıdır. Sonradan Mu’tezile bağlılarından en-Nezzam, şia bağlılarından el-Mürteza gibi “sarfe” anlayışındaki kişilerin onun herhangi bir kitap olduğu savına karşı da “Şayet yapamazsanız ki asla yapamazsınız, o takdirde inkâr edenler için hazırlanmış ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının.”7 biçimindeki tehaddisi(meydan okuması)yle bastıran bir kararlılık içerir. Ya kafirsin ya müslüman demekten öte bu, ya öleceksin ya bu söylemi benimseyeceksin, anlamına gelir.

Ama iktidar hep baskı, şiddet ve yasakla olmaz; güzellik ve iyimserliğe de gereksinme duyar. O zaman Kadı Iyaz(Ö. 1149) gibilerce “Kur’an’ın telif güzelliği, kelimelerin ahengi, fesahati, i’câz cihetleri, belagati” sıfatları yakıştırılır. Yetmediği zaman el-Hattabî(Ö. 998) gibilerce “kalplerde meydana getirdiği derunî tesirler” o da yetmediğinde günümüz akademisyenlerinden Sadık Kılıç gibi “ayetlerinden bir kısmı algı ve üst idrak merkezleri”yle ve sezgisellikle algılanabileceği savunulur.

Söz şuraya getirilmek istenir ed-Değamî’nin deyişiyle: “Beşerin takat ve kudreti Kur’ân’ın yüce nazmının derecesine ulaşamaz.” Kılıç, bunu; “Bilhassa şiir olduğu iddialarına karşın değişik mertebeler üzere ardına kadar açık bırakılan meydan okuma(tehaddi) kapısından bir türlü içeriye girememiştir.”8 diyerek kendince kesinlemiş olur. Birçok başka kitabın yanında El-Maarî’nin Kutsal kitab denemesi başarısız sayılsa bile, Mevlâna’nın Mesnevi’si, Divan-ı Kebir’i, Hacı Bektaşı Veli’nin Velayetname’si Anatolıa’nın XIII. yüzyıl sonrası heterodoks sakinleri için Kur’ân değerindedir.

Kur’ân’a atfedilen mucize sıfatı ve benzeri çabalar eskilerin bir tekrarı olup iktidar söylemini muhalifmiş gibi yaparak yeniden üretmeye hizmettir. Matbaanın icadı ve basım teknikleri tanrı yörüngesindeki insan algısını yerinden etmiştir artık. Görece ve göstermelik şeriat iktidarı ve tırmanışı politik bir ara süreçtir. Bu tür lokal uygulamalara katlanıp katlanmamak, önemli olup olmaması başka bir tartışmanın, siyasetin konusudur; gerçek olansa şudur: Kur’ân’ın dili, Levi-Strauss’un savına uygun biçimde maddi ve manevi iktidar dilidir. Yazısının değiştirilmesi ve çevirisine karşı çıkanların çekincesi de gizeminin yitip gideceği ve sıradanlaşacağıdır. Kendi açılarından haklıdırlar, ezoterik/batınî söylemler gibi Kur’ân da gücünü inananlarının onda gördüğü büyüden alır. Başka bir deyişle inanmanın nedenlerine bağlıdır bu.

Bütün dinler adına tanrısal kelâmı savunmayı üstüne vazifeymiş gibi yüklenmiş olan ortodoks islâmcıların hırçınlık nedeni en büyük dayanakları olan sözün bilgisayar teknolojilerinin başlattığı geleceğin tarihi içinde elimine edilmesi olasılığıdır. Jak Ellul’un ‘Sözün Düşüşü’9 olarak betimlediği bu süreç kitabın ve yazının itibar kaybıyla başlamış bulunuyor. Görsel dil, bilgisayarlardan el alıp sessiz ve derinden işleyerek sözü tahtından etmeye yöneliyor. Ancak asimilasyon bu defa bölgesel değil; evrensel, insanın başkalaşımına ilişkin. Yazının icadı kadar büyük, abartılı; ama, homosapiensi dönüştürecek gibi görünüyor; hem de iktidarı, muhalefeti ve devrimi bildik etki ve tepkilerin dışına çıkarak gözden geçirmeyi, yeniden düşünmeyi, yeni paradigmaları gerektirecek denli.

Matbaanın yarattığı daha geniş ve duygudaş yeni halk, efsanelerin ve tanrılığı bilinçaltında sürmekte olan kralın, daha doğru bir deyimle kralın ve tanrının akıl üzerindeki vesayetinden kurtarmıştı; ama bu kez yeni bir icad olan ulus ve simgelerinin boyunduruğu altına girmişti modern insanın proto tipleri. Bu aradaki kazanım sanatın dinden özgürleşmesi, törensellikten şölene dönüşmesi, akıl ve hedonizmin zaferi; insanlığın bir kazanımı olarak matbaayla teknolojileşen yazının ürünüdür. Yalnız rulolardan kurtulmakla kalmamış insanlık, kodeksin de daha kullanışlı bir boyutunu edinmişti. Bu da küçük gibi görünebilir ama, kitabın yaygınlaşması, daha geniş kesimlerin okuması olanağını yaratmıştı.

Bugün romanlar bile ekrana taşınmakla, sinema ve bilgisayar teknolojilerinin gelişimi hemen bütün romanları ekrana taşımakla kalmıyor, onları işitsel CD’lere ve görsel sunumlara dönüştürüyor. Kısacası yazının icadıyla başlayan sürecin bütün aşamaları okuma alışkanlığını değiştirmemişken, bugün hiyerogliflerin görselliğine dönüldüğünü düşünmemizi olanaklı kılan bir değişim sözkonusu. Yalnız bu geriye dönüş olmayıp yazıdan ve yazılı bellekten, giderek kültürel bellekten kopuş anlamına da geliyor ve en önemlisi insanın başkalaşımını hızlandırması… Hiyerogliflerin Mısır belleğiyle birlikte kendisini çürüten içinde taşıdığı kibir ve haset kurdunun yerini bu defa mütevazı biçimde elektronik kulübesinde bireylerin kendine kapanması, daha doğrusu kendine kapatılması almış bulunuyor.

Yazıya bağlılığımız bu gelişmeye gösterdiğimiz direnç ilerici gerici, iktidar muhalefet biçimlerini de dönüştürüyor, daha açıkçası kafa karıştırıcı bugün için. Teknolojiye karşı olmak gericilik midir, teknolojiden yana olmak binlerce yıllık insan tanımını terk etmek midir; marksist doğa tasarımı, doğanın insanileştirilmesi insan doğasının da değiştirilmesi anlamına mı geliyor, bu insanın başkalaşımına varırsa ki öyle görünüyor, marksizm revize mi edilecek, mahkum mu edilecek vb?.. Hiç kuşku yok ki marksizmin mahkum edildiği bir dünyada öteki felsefe ve kuramların esamesi okunamaz. ABD’li fütüristler Toffler’lerin deyimiyle “süper sembolik üçüncü dalga ekonomisinin yükselişinin altında yatan, yalnızca bilgisayarların ve finansal oyunların yaygınlaşması değil, asıl toplumun bilgi tabanındaki günümüzdeki muazzam kabarması”10 ABD’nin iştahını kabartsa da kazdığı kuyuya düşecek gibi bu defa. Kimlik veya el değiştirse de muktedirlerin yeni iktidar biçimi olmaktan daha ileri bir gelişme sözkonusu çünkü; yazının ve tekerleğin yarattığı kadar büyük bir uygarlık dönüşümü, dünyayı robotların ele geçirmesi gibi fethettiğimiz teknoloji ve bilimin insanı fethetmesine varabilir bu…

Ne yapılabilir diye soranlar için bir son soru: Yazının ve matbaanın icadı sırasında nasıl bir sonuç yaratacağını tahmin edemeyenlere benzememek için farkındalığımızı sürece katabilir miyiz, katmalı mıyız? (Deliler Teknesi dergisi)

----------------------

1. Ong,Walter J. Sözlü ve Yazılı Kültür, s. 97, Metis Y. İstanbul

2. Agk s. 101

3. Âl-i İmrân, 3/7

4. Markos İncili, 4/11

5. Aktaran Kılıç, Mahmut Erol, Sûfî ve Şiir, (Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası) İnsan Yayınları, 2004, İstanbul(Hattabî, Iyaz’a ait sözler aynı kaynaktan aktarılmıştır)

6. İsrâ, 88

7. Bakara Sûresi, 24)

8. Kur’ân Dildeki Mucize, Sadık Kılıç, s. 73, Gelenek Y. İstanbul

9. Sözün Düşüşü, Jak Ellul, Paradigma Yayınları

10.Toffler, Alwin ve Heidi, Yeni Bir Uygarlık Yaratmak/Üçüncü Dalganın Politikası, s. 21, Çev. Zülfü Dicleli, İnkilap Kitapevi, 1996, İstanbul

Tanıtılan Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page