top of page

İKİ DÜŞÜNÜR: DERRİDA VE İBNİ ARABÎ

İKİ DÜŞÜNÜR: DERRİDA VE İBNİ ARABÎ

Kendini Doğu karşıtlığı üzerinden kurgulamış modernitenin oryantalist küçümsemeyle öncüllerini yoksayma ve inşasını böylece mümkün görme tutumunu bilindiği gibi kendinden öncesini “batıl” ve “cahilliye” diye kapatmak isteyen islam da göstermişti kuruluşu ve yapılanması süreçlerinde. İdeolojilerin dar perspektifi ve sekter tutumunun yol açtığı bu tepkici ardıl öncül ilişkisi hıristiyanlığın da marksizmin de yöntemiydi.

Söylemini karşıtlık üzerinden kurgulasa da her uygarlık günahı ve sevabıyla bir önceki uygarlığın karnından doğmuştur. Bu, içerdiği felsefi düşünceler, sanat akımları için de geçerlidir. Oysa sembolleri değişse, kendilerini yeni ve kopuş olarak görseler de öncekinin kanı sonrakine karışmış olur her zaman. Anaakımdan bir yerde yolunu ayırmış olması da değiştirmez; bu, bazen intihal bazen sonrakini öncelemek gibi okunabilir.

Bundan olsa gerek; dinsel çağların, eşdeyişle tanrı merkezli düşüncelerin egemen olduğu çağların metinlerinin kutsallık halesi, bir başka açıdan içkin sanılan tanrısal aklı bir biçimde modern metinlere yaklaşımda da görülebilir. Tanrısal aklın yerini dünyevi akıl almış; ama bu göstergeler düzeyinde kalmıştır; sözgelimi onto-teolojik hermenötiğin söz-merkezcil pençelerindeki metne atfedilen aşkınlığı geçersizleştirmeye çalışmış Derrida’nın mistik olmakla itham edilmesi, dahası İbni Arabî’den esinlenmiş olabileceğinin ileri sürülmesi gibi.

Türkiye’de de akademisyen olarak çalışmış, postkolonyal edebiyat hocası İan Almond, bu saptamayı doğrulamak için yola koyulmuş değil; ama, İbni Arabî ile Derrida’yı karşılaştırdığı kitabında[1] hayreti bir üretici kaynak olarak gören bu iki düşünürün, üstelik aralarında sekiz yüz yıla yakın bir zaman aralığı, coğrafik, kültürel, entelektüel birikim olarak bir yığın engel varken nasıl da benzeştiklerini şaşırtıcı biçimde ortaya koyuyor.

Öncelikle bu iki düşünürün gelenekten kopuşlarıyla başlattığı benzerlikleri, aklın zincirlerinin kırılması anlamına da gelebilir. Arabî’nin muhalefeti, geleneksel tanrı tasarımının tanrının aşkınlığına ve içkinliğine ilişkin algısının yanlış edimselliğinedir. Postyapısalcı Derrida ise yazı çevresinde geliştirdiği düşünceleriyle Batı metafiziğine ait göstergelerin anlamlara değil başka göstergelere götürmesine muhalefet etmekte.

Anlaşılacağı gibi birinin alanı din ve ilahiyat, ötekinin metin ve anlambilimdir. Birbiriyle ilgisiz gibi görünebilirler; ancak, üç yüzü aşkın kitabıyla tasavvuf edimselliğini yerli yerine oturtan Arabî’nin her bireyde farklı, bir başka deyişle “inananların sayısı kadar” tanrı imgesi olduğuna ilişkin savı ve savunusu ile Derrida’nın différans göstergesiyle temsil edilemez metinsel boşluklara, yüklediği işlev aşağı yukarı aynıdır. Buna bakarak Derrida’nın metni tanrılaştırdığına ilişkin bir yanlış yorum, olumlu veya olumsuz göstergeyi tanrı yerinde gören ve böylece, tanrısal yeterliliği sınırlamakla şirke düşenler gibi bir yanlışa yol açar. Derrida’nın nesnesi metnin sonsuz yorumsallığı ve semantik olasılıklarıdır.

Arabî’nin tanrısı da Derrida’nın différans’ı da tanımlanamazlıklarıyla bir ortaklığa sahiptir. Ama aynı zamanda diyalektik değişkenlikleri ve yoruma sonsuzca açık oluşlarıyla yanılsamayı bozmakla kalmaz her iki anlamıyla da yaratıcı üretkenliğin kaynağını gösterir gibidirler. Bir başka deyişle öz olarak diyalektik yaratıcı ve özgürleştirici ruh tasavvurlarının temelini oluşturur.

Arabî düşüncesinin de merkezi noktasını oluşturan bu tasavvurun referansı Kur’ân’ın “hiçbir şey O’nun gibi değil” ve “tanrı her an başka bir hâlde tecelli eder” ayetleridir. Şaşırtıcı biçimde her yerde varsaydığı tanrının aşkınlığını ve içkinliğini eşzamanlı düşündüğü için ortodoks söylemlerin panteizm ithamlarını üzerine çekse de ısrarla akılcılaştırılmak kaygısıyla tek taraflı tanrı algısının bir yanılsama olduğunu savunur. Çünkü o bilinemez/düşünülemezdir ve tecellisi sonsuzdur.

Yapısökümcü Derrida’nın différans’ı da böyledir: Metnin çoğul okunabilirliğini bir akla yaslanmaz, tanımlanamaz olan sonsuz boşluktan kaynaklanmasına bağlar. Ancak, différans dediği “unutulmuş bir hafıza” olarak gördüğü bu boşluk Arabî’nin sır’ul esrar dediği veya referanslarından Eckhard’ın negatif teolojisinin abground’una özgü kutsal ya da epistemolojik kavranılamazlığından değil, metnin içindeki sözmerkezcil oyunlardan doğan; ama, dilin yerinden edilmişliğine dayanan bir boşluk “hiç batını olmayan hep zahir”dir. Sırrı çözmek sır içinde sır olduğu ve bu boşluk sonsuz olduğu için sonsuzca üretkenlik olanağı demektir ki bu da yaratıcılığa el verir; aynı şey tanrının her an tecelli edişine uyarlanabilir. Tasavvuf ya da Arabî’nin tahayyülünde tanrıya ulaşma tutkusu da böyle imkansız, kaotik ama yaratıcı bir sözedimidir.

Tanrı ile yazarın metin ile dünyanın farkına gelince yazar, metnin yaratıcısı değil, özenle yapılandırılmış metnin türbülansına karışmış biridir Derrida’ya göre. Arabî’nin tanrı tasavvuru da böyledir; o, ne içindedir dünyanın ne dışında, içindeliği ve dışındalığı eşzamanlıdır.

Hem şeyh’ül ekber, hem de şeyh’ül kafir diye itham edilmiş, eşimle birlikte olduğum zaman tanrıya en yakın olduğum zamandır diyen İbni Arabî ile politik sorumsuzluk ve ahlak dışılıkla suçlanan Derrida’nın; “Tanrı dediğimiz şeyin her zaman tanrı” “hakikat dediğimiz şeyin de her zaman doğru” olmayabileceği gibi birbirine uzak göstergelerle aynı gerçeği gösteren bu iki düşünürün elbet de benzerlikleri de ayrılıkları da bu kadar değil.

İhvanü’s Safâ’nın “ihmalkarlığın rüyası” dediği, tasavvufî tasarımın “insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar ayeti referansına bağlı hayalî dünyasına(fenâ) ilişkin tasarrufuyla Derrida’daki karşılığı illüzyon noktasında ayrılırlar. Arabî, dünyayı hayal olarak görmektedir; o ise hesaplaştığı Batı metafizikçilerinin sözmerkezcilikle rüya gördüğü kanısındadır. Yine de düşünmek gerek: Negatif metafizik tarafından hakikate karşı köreltildiğimizi söyleyen Hume’a katılabilir İbni Arabî, ama yaslandığı ve inşasına katıldığı zihin dünyasına göre rasyonalizm ve emprizm dogmatik metafizikten daha az illuzyon değil.

Anlaşılan konuşulacak çok şey var daha; ne Derrida'yı dinsel söyleme dönmüş, sufî, mutasavvıf, mütefsir olarak niteliyor ne de Arabî’yi yapısökümcü. Bu iki düşünürü bir araya getirmekle İan Almond, aynı zamanda yeni bir gündem maddesi önermiş oluyor entelektüel tartışmalara: Tasavvuf da metin bilgisi de hayata dair güncellenebilecek birer göndergedirler aynı zamanda. Ama kaybettiğimiz insan paradigmasına bir yönseme bulunabilir mi buradan ya da Arabî’nin islamî tasavvurundan laiklik ve demokrasi yorumu çıkarabilir miyiz vb soruların yanıt arayışı entelektüel aurayı zenginleştirebilir. (Radikal, Kitap Eki, 08.03.2013)

[1] İbni Arabî ve Derrida, İan Almond, Çev. Kadir Filiz, Ayrıntı Y. 2012, İstanbul

Tanıtılan Yazılar
Son Paylaşımlar
Arşiv
Etiketlere Göre Ara
Bizi Takip Edin
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • Google+ Basic Square
bottom of page